Malik ed-Dar Kıssası



Malik ed-Dar Kıssası'na Detaylı Cevap

Malik ed-Dar’dan rivayet edilen eserde, âmânın bi­rinin şiddetli bir kıtlık zamanı Nebi aleyhisselam’ın kabrine gelerek “Ya Rasûlallah, ümmetin için yağmur iste, zira on­lar helak oldular.” dedikten sonra Nebi aleyhisselam’ın rü­yasına girerek Ömer’e gitmesini söylediği, adam Ömer’e gelince, Ömer’in ağladığı anlatılmaktadır.(1)

Birincisi: İsnadı zayıf, metni ise münker olduğu için zaten delil olamayacak olan bu kıssada, Nebi aleyhisselam’ın za­tıyla tevessülün meşru olduğuna, hatta vefatından son­ra O'ndan dua istenebileceğine şer’an delil olabilecek bir şey de yoktur.

Kıssayı nakleden yegâne isim olan Malik ed-Dar, hakkında muteber bir tadil ve tevsik bilinmeyen, bu hu­susta meçhul birisidir.

İbn-i Ebi Hatim, hıfzının ve ittılasının genişliğiyle be­raber, "Cerh ve T'adil"inde ondan bahsetmiş olmasına rağ­men, hakkında bir tevsik aktarmamaktadır.(2)

Munziri ve Heysemi, “onu tanımadıklarını” ifade etmektedir.(3)

Kaynaklara olan vukufiyetinde belki bir benzeri bile olmayan İbn-i Hacer, hakkında biyografik bazı bilgiler ak­tardığı halde tadil veya tevsikine delalet edebilecek tek kelime etmemektedir.(4)

Bununla beraber eseri naklederken “İbn-i Ebi Şey­be, Ebu Salih es-Semman’ın rivayetinden, Malik ed-Dar’dan sahih bir senetle rivayet etti.” demekte,(5) böyle bir ifadeyi tercih etmekle, eserin Ebu Salih’e kadar olan kısmına sahih hükmü vererek ondan sonrasında bir problem olabileceğine işaret etmektedir.

İbn-i Hacer’in “İbn-i Ebi Şeybe’nin sahih bir is­nadla rivayet ettiğine göre Malik ed-Dar şöyle aktar­maktadır.” veya “İbn-i Ebi Şeybe, Malik ed-Dar’dan rivayet etmiştir ve senedi sahihtir.” ya da “İbn-i Ebi Şeybe, Malik ed-Dar’dan sahih bir senetle rivayet et­miştir.” gibi ifadeler yerine, aktardığımız ifadeyi tercih et­mesi bunu göstermektedir.(6)

İkincisi: Bu zayıf eserden çıkarılmaya çalışılan hü­küm, Nebi aleyhisselam’ın hürmetine Allah’tan istemek şek­linde ifade edilen, O'nun zatıyla yapılan tevessülün meşru olduğu değil, vefatından sonra O'ndan şefaat ve dua iste­nebileceğidir.

Oysa seleften ve imamlardan, mutlak olarak böyle bir şeyi söyleyen veya yapan hiç kimse yoktur.

Ayrıca eserin buna delil olacağını iddia edenler, bu­nunla da kalmayarak bu dua istemenin -zayıf ve mün­ker olan eserde olduğu gibi- Nebi aleyhisselam’a hususi bir durum olacağını ve kabrine gelerek istenmesi gerektiğini değil, bunun herkese şamil olacağını ve her uzak mesa­feden, her dil ve lehçeyle ve yüzlerce, binlerce kişinin ay­nı anda istemesi şeklinde olabileceğini söylemektedirler.

Hatta ölenlerden istenebilecek şeyin dua ile sınırlı kalmayacağını, onlardan yardım/medet de istenebilece­ğini, eş, evlad ve şifa istemenin bile her halükarda şirk ol­mayacağını iddia etmektedirler.

Bu ve benzeri zayıf, münker, bâtıl ve uydurma riva­yetlerle Kitap, sünnet ve icma ile sabit olan tevhid inan­cını iptal ederek, insanları cahiliye inanç ve ibadetlerine çağırmaktadırlar.

Oysa ne sahabeden, ne selefin diğerlerinden, ne de imamlardan bir kişiden, -uzak mesafelerden çağırıp dua, şefaat, yardım/medet ve şifa istemek şöyle dursun- kab­rine gelerek O'ndan veya bir başkasından dua etmesini isteyen olduğunu gösterecek tek bir sahih rivayet vardır!

Aksine onlardan gelen rivayetler, değil Nebi aleyhisselam’dan istemek için geleni, O'nun kabri yanına Allah’tan istemek için geleni bile böyle yapmaktan neh­yettiklerini göstermektedir.(7)

Onlardan hiç kimse, yağmur yağmayıp kıtlık olduğu zaman Nebi aleyhisselam’ın kabrine gelerek, ümmeti için yağmur duası yapmasını istememiş, Ömer ve Muaviye radıyallahu anhuma’nın yaptığı gibi, meşru olduğu şekilde Allah’a dua etmiş ve yaşayan diğer salihlerden de bunun için Allah’a dua etmelerini istemişlerdir.

Bütün bunlar olurken aralarından hiç kimse çıkıp, Abbas’tan veya Yezid İbnu’l-Esved’den dua istemek ye­rine Nebi aleyhisselam’ın kabrine giderek, ümmetine yağ­mur yağdırsın diye Allah’a dua etmesini istemeyi öner­memiştir.

İmamların hiç biri, kıtlık olduğunda yağmur yağma­sı için veya başka bir afet ve felakette bunun defedilme­si için Nebi aleyhisselam’ın kabrine giderek, O'ndan Allah’a dua etmesini istemeyi müstehab, meşru veya caiz gör­memiştir.

Dolayısıyla eserin metni de Kitap, sünnet ve icma ile sabit, dinin temel esaslarına açıkça muhalefet etme­sinden dolayı münkerdir.

Bu, isnadı sahih bile olsa böyleyken, isnadı da za­yıf olan bir eserle, bu esaslara muhalefet etmek nasıl ca­iz olabilir?

Zira “Hadisin sadece isnadının düzgün olması onun gösterdiği şeyi alıp uygulamaya yeterli değil­dir. Bununla beraber metninin de Kitab, sünnet ve ic­ma edilmiş bir esas gibi, kendisinden daha kuvvet­li olan bir şeye muhalefet etmekten uzak olması ge­rekir… Öyleyse bu hadis, muhalefetinden dolayı (da) illetlidir.”(8)

Üçüncüsü: Nebi aleyhisselam’ın kabrine gelerek Allah’a dua etmesini isteyen adamın kim olduğu da belli değildir. Kim olduğu bile belli olmayan bir adamın yaptığı bir şey, sahabenin uygulamasına da aykırı olduğu halde Allah’ın dininde nasıl delil olabilir?!

İbn-i Hacer’in, Feth’te Seyf’in rivayet ettiğini söyle­diği nakle göre gelen adamın, Bilal İbnu’l-Haris el-Muzeni olduğuna ise asla itibar edilmez. Zira Seyf, ittifakla zayıf kabul edilen bir ravidir.(9)

İbn-i Hacer’in kendisi Seyf hakkında “hadiste zayıf­tır.” demektedir.(10)

Hatta İbn-i Hibban, Seyf’in “en güvenilir ravilerden (esbat) bile uydurma hadisler rivayet ettiğini” ve onun hakkında “Hadis uyduran birisidir.” denildiğini söylemek­tedir. Bu ittihamın sahiplerinden biri de Hakim’dir.(11)

Zındık olmakla bile ittiham edilmiş birisinin(12) riva­yetine itimat edenlerin,Allah'ın dinine, Rasûl aleyhisselam’ın sünnetine hiç mi gıyretleri yok?

Hoşafçı, s. 180’de Bilal İbnu’l-Haris el-Muzeni’nin Medineli olduğunu, dolayısıyla yer ve tarih itibarıy­la Seyf’in verdiği bilgiyle çelişen bir durumun olmadığı­nı söylemektedir. Korkarız yine, “Bizim elimizde gelen adamın Bilal olduğuna dair zayıf da olsa bir delilimiz var. Oysa sizin elinizde onun Bilal olmadığını göste­recek zayıf ve uydurma bile olsa bir deliliniz yok. Eli­nizde olan sadece yorum...” demek istemekte, ancak bu sefer bunu biraz daha usturuplu söylemektedir.

s. 182’de “Bu vakıayı önemli kılan nokta, Bilal b. el-Haris’in uyanık olduğu halde yaptığı tatbikattır.” diyerek, zayıf olduğuna ittifak edilmiş, hadis uydurduğu söylenen ve zındık olmakla itham edilen Seyf’in rivayetini, onunla çelişen aksi bir şey olmadığı gerekçesiyle kabul ediyor ol­duğunu, yani gelen adamın sahabeden Bilal İbnu’l-Haris el-Muzeni olduğunu benimsediğini ortaya koymaktadır.

Bu, Hoşafçı’nın, delilin sıhhatiyle ne kadar ilgili oldu­ğunu, Allah’ın dininde delil diye nelere tutunmaya çalıştı­ğını ortaya koyan misallerden sadece biridir.

Eserde kim olduğu mechul şahsın Nebi aleyhisselam’ın kabrine gelerek dua etmesini istemesinden, Ömer ra­dıyallahu anh’ın veya sahabeden bir başkasının haber­dar olduğuna dair en ufak bir emare olmadığı halde, s. 180’de, Mühim olan Hz. Ömer ve diğer ashabın tavrıdır. Hz. Ömer’e haber verildiğinde bu işe karşı çıkmaması… (dır). Ömer ve diğer sahabe efendilerimizin şirk vesilesi­ne veya şirk çeşidine sessiz kalmaları düşünülebilir mi?” ve s. 181’de, Bilâl İbnu’l-Haris ve Hz. Ömer, yaptıkla­rı işin sahabenin ameline ters düştüğünü anlayamadı ve hâşâ şirke girdi, ama bunlar anladı.” diyerek, zaten zayıf ve münker olan eserde, olmayan bir şeyi varmış gibi gös­terip okuyucuyu kandıramaya çalışmaktadır.

Hoşafçı, Ömer radıyallahu anh ile diğer ashabın, mec­hul adamın yaptığı iddia edilen bu işten haberdar olduklarını, eserin hangi lafzından çıkarmaktadır ki, onların bu­nu ikrar ettiklerini söyleyebiliyor?!

Hoşafçı, malum Seyf’in nakline itibar edip mechul adamın Bilal İbnu’l-Haris olduğunu cezmederek, ona atı­lan iftiraya kaygısızca ortak olduğu gibi Ömer ve ashab­dan diğerlerinin bundan haberdar olduğu halde karşı gelmediklerini, hatta Ömer radıyallahu anhın da mec­hul adamın bu uygulamasına ortak olduğunu söyle­yerek onlara da pervasızca iftira etmektedir.

“Hâlbuki kıyamet gününde attığı bu iftiralardan do­layı mutlaka, ama mutlaka sorguya çekilecektir.”(13)
Tabiî bütün bu konuşulanlar ancak eserin sahih ol­duğu farzedildikten sonra bir anlam ifade edebilir.

Biz zaten “kalbi olan ve izleyerek kulak veren”(14) her­kes için eserin zayıf ve münker olduğunu ortaya koyduk.
Yeri gelmişken şunu da belirtmeden geçmeyelim.

Hoşafçı, 270 nolu dipnotta, Kevseri’den Bu rivaye­tin, vefatından sonra peygamber ile istiska konusunda sahabe tatbikatını ortaya koyduğunu, onların hiçbiri ta­rafından yadırganmadığını ve bunun tevessülü kabul et­meyen muhalifleri susturacak kadar kesin bir delil oldu­ğunu” aktarmaktadır.

Subhanallah!!!

Mechul bir adamın diğer bir mechulden aktardığı, sahabenin defalarca aksini yaptığı sahih senetlerle sabit olmuş uygulamasına aykırı olarak yapıldığı, zayıf bir se­net ve münker bir metinle rivayet edilen bu eser, içinde sahabeden kimsenin de yapılan işten haberdar olduğuna dair en ufak bir emare bile olmadığı halde, sahabe tatbi­katını ortaya koyuyor, öyle mi?!

Ve bizi susturacak kesin deliliniz, bir mechulün, di­ğer bir mechulün fiilini anlattığı bu rivayet, öyle mi?
İşte böyle. “Allah’ın dışında veliler edinenlerin hali, kendisine sığınacak bir yuva edinen örümceğin meseli­ne benzer. Hâlbuki yuvaların en çürüğü örümcek ağıdır. Keşke bu gerçeği bilselerdi.”(15)

Dördüncüsü: Hoşafçı’nın en çok güvendiği delil bu eser olmalı ki, diğerleri arasında en fazla sözü (18 sayfa) bunun için israf etmekte, bununla da yetinmeyip eserle alakalı Elbani’ye yaptığı tenkitleri, -s. 41, 121 ve 177’de- büyük çoğunluğu aynı lafızlarla, sayfalarca üç defa tekrar etmektedir.

Şimdi Hoşafçı’nın hazine bulmuş gibi sevinerek  üç defa tekrar ettiği ten­kitlerine bir bakalım.
s. 41-121-177’de diyor ki: “Biz Elbani’nin iddia ettiği gibi Malik ed-Dar’ın zabt ve adaleti maruf olmayan (mec­hul) bir şahıs değil, aksine onun maruf bir ravi olduğunu tesbit etmiş durumdayız.
Öncelikle belirtelim ki “zabt ve adaleti maruf olmama”nın aksi, “onun maruf biri olduğu” değil, “zabt ve adaletle maruf biri olma”sıdır.

Elbani de zaten aksine bir şey söylemiyor olduğu halde, Hoşafçı ve avanesi, Elbani’nin iddia ettiğinin aksi olanını değil, aksi olmayanını tesbit(!) etmişlerdir.

İkinci olarak, Hoşafçı, hadisçilerin mechul derken ne­yi kasdettiklerini ya bilmemekte ya da bilmekte ama nasıl olsa okuyucu bilmiyordur diye düşünerek bu terimi ha­disçilerin kullandığı gibi değil de halk arasında konuşuldu­ğu gibi kullanıp okuyucuyu ikna etmeye çalışmaktadır.

Hadisçiler, ravinin mechul olmasıyla “hakkında mu­ayyen bir cerh ve ta’dil bilinmemesini”(16) kasdetmekte­dirler. Ravinin isminin mübhem olması, aynı/şahsının bi­linmemesi ve halininbilinmemesi, bu genel ifadenin al­tına girmektedir.

Mübhem’i ayrı tutarsak, “Mechul, iki kısımdır. Birin­cisi, aynı/şahsı bilinmeyendir. (Mechulu’l-ayn) Bu, ken­disinden bir kişiden başkasının rivayette bulunmadığı ve tevsik edilmemiş/sika olduğu söylenmemiş kimsedir.
İkincisi, hali bilinmeyendir. (Mechulu’l-hal) Bu da kendisinden iki veya daha fazla kişi rivayette bulunduğu halde tevsik edilmemiş kimsedir.(17)

Yani birincinin şahsını bilmiyoruz, ikincinin ise şahsı­nı bilsek de adalet ve zapt bakımından halini bilmiyoruz.
Oysa Elbani, Malik ed-Dar hakkında “Adalet ve zapt ile maruf birisi değildir.” ve “İbn-i Ebi Hatim, onun hakkında bir tevsikten bahsetmemiştir.” diyerek Malik ed-Dar’ın açıkça, cerh ve ta’dil bakımından, “hali­nin” mechul olduğunu söylemektedir.

Hoşafçı ise, onun hakkında topladığı biyografik bil­gilerle, bir iş yapmış gibi sevinerek, “aynının,” yani şahsı­nın mechul olmadığını isbat etmektedir.

s. 41-122-177’de diyor ki: “İbn-i Sad onu şöyle ta­nıtmaktadır. ‘Malik ed-Dar, Ömer b. el-Hattab’ın azatlısı­dır. Hımyer kabilesindendir ve Cublan’lıdır. Ebu Bekir ve Ömer’den hadis rivayet etmiştir. Kendisinden de Ebu Sa­lih es-Semman rivayette bulunmuştur. O maruf biri idi.’

Bu ifadelerden hiçbirisi, onun adalet ve zaptla bi­linen birisi olduğuna delalet etmemektedir. “O maruf bi­ri idi.” ifadesi, hiçbir hadisçinin ıstılahında, mutlak olarak ta’dil veya tevsik ifade eden bir lafız değildir. İfade ede­ceği yegane anlam, ravinin şahsının mechul olmayışıdı­dır. Halinin değil.

Yani Malik ed-Dar’ın “hali” hâlâ mechul!

Aynı sayfalarda diyor ki: “İmam Buhari, Tarih-i Kebir’inde onu zikrettiği halde, aleyhinde bir şey deme­miştir.

Buhari’nin, Tarih’inde zaten böyle bir şartı da yoktur.

Tarih’inde Muhammed b. İbrahim el-Bahili,(18) Muhammed b. İbrahim b. Abdullah el-Haşimi(19) ve Velid b. Ebi Velid’den rivayeti olan İbrahim b. İshak;(20) Talha b. Keysan’dan rivayeti olan İbrahim b. İshak(21) gibi daha birçok mechul aleyhinde de bir şey dememiştir.

Hatta Muhammed b. Eş’as b. Kays el-Kindi(22) ve Muhammed b. İbrahim el-Yeşkuri(23) gibi maruf zayıflar aleyhinde de bir şey dememiştir.

 Üstelik Buhari, onun lehine de bir şey dememiştir. İsbat edilmesi gereken şey, “aleyhine bir şey söylenmediği” değil “lehine bir şey söylendiği”dir.

Yani Malik ed-Dar’ın “hali” hakkında, hâlâ bir şey bilmiyoruz.
Aynı sayfalarda diyor ki: “İbn-i Hibban onu, es-Sikat’ında zikretmekte ve hakkında menfi bir söz söyle­memektedir.

İbn-i Hibban’ın Sikat’taki yöntemi, hakkında bir cerh bilmediği ravilerin hepsine -şahısları mechul değilse- si­ka olarak hükmetmektir.

İbn-i Hacer diyor ki: “İbn-i Hibban’ın, aynının ceha­leti ortadan kalkan ravinin, cerh edildiği ortaya çıkıncaya kadar adaletine hükmedilmesiyle alakalı görüşü acayip bir görüştür. Oysa cumhur bunun hilafınadır. Bu kitabın­da Ebu Hatim ve başkalarının mechul saydığı birçok kim­seyi zikretmektedir. Sanki İbn-i Hibban’a göre, kendisin­den meşhur birisinin rivayette bulunduğu kimsenin “aynı­nın” bilinmezliği ortadan kalkmaktadır… Ancak onun dı­şındakilere göre “halinin” cehaleti hâlâ bakidir.”(24)

Evet, İbn-i Hibban, onu Sikat’ında zikretmiş olabilir. “Onu mechulleri tevsik etmedeki kuralıyla Sikat’ta zikretmiştir.”(25) “Onu ancak, hakkında ken­disine bir cerh ulaşmayan mechulleri tevsik etmede­ki metoduyla tevsik etmiştir.”(26) Zira “Onun bu ko­nudaki metodu, hakkında cerh olduğunu bilmedi­ği kimseleri Sikat’ta zikretmektir.”(27) “Bu ise tesa­hülün/gevşekliğin son noktasıdır.”(28) “Onun tev­sik etmede kullandığı bu yol, yolların en zayıfıdır.”(29) Bu, diğerlerine göre raviyi cehalet sınırından çıkar­maz. Zaten İbn-i Hacer de İbn-i Hibban’ın bu şazlığını reddetmektedir.”(30)

Yani, Malik ed-Dar’ın adalet ve zaptıyla alakalı ha­la muteber bir şey bilmiyoruz!

s. 47-123-177 ve devamlarında da şöyle diyor: İbn-i Hacer ise bunlara ilaveten şu bilgileri vermekte­dir “Malik ed-Dar diye bilinen zat, Malik b. Iyad’dır ve (asr-ı saadete) yetişmiştir. Muaz ve Ebu Ubeyde’den ri­vayetleri vardır. Kendisinden iki oğlu Avn ve Abdullah ri­vayette bulunmuştur. Ebu Salih Zekvan tarıkiyle Malik ed-Dar’dan Hz. Ömer’in kıtlık senesindeki sözünü Bu­hari tarihinde (muhtasar olarak) rivayet etmiştir… İbn-i Sad onu Medineli tabiilerin ilk tabakasında zikretmiştir. Hz. Ömer ve Hz. Osman onu mali işlerde görevlendirmiş ve bu yüzden ona Malik ed-Dar adı verilmiştir. Ali İbn’ul Medini’den rivayet edildiğine göre o, Hz. Ömer’in hazine­darı idi.” (...) “Elbani onun (İbn-i Hacer’in) ravi Malik ed-Dar’ın mechul olduğuna işaret ettiği şeklinde yorumla­mıştı. Hâlbuki İbn-i Hacer’in Malik ed-Dar’ı tanıtıcı ma­hiyette verdiği bilgiler, böyle bir yoruma mahal bırakma­yacak kadar açıktır. Şüphesiz İbn-i Hacer’in söz konusu açıklaması, Elbani’nin yaptığı yorumu anlamsız kılmak­tadır.” (...) “Bu tesbit bizi Elbani’nin, Malik ed-Dar hakkın­da İbn-i Hacer’in verdiği biyografik bilgiyi görmediği veya görmezlikten geldiği kanaatine götürmektedir. Bu detaylı bilgiden sonra, Elbani’nin Malik ed-Dar hakkında Munzi­ri ile Heysemi’den naklettiği “onu tanımıyorum” sözünün artık bir kıymet ifade etmediği de anlaşılmaktadır.
1- İbn-i Hacer’in ilaveten verdiği bilgiler arasında biz, ravinin tevsikine delalet edecek bir tek lafız göreme­dik. Eğer gören varsa bize de göstersin!
Aktarılan bütün bu bilgiler, ravinin “halinin” değil, “aynının” cehaletini giderir. Dediğimiz gibi, Hoşafçı, ya ikisinin arasını ayırd edememekte ya da okuyucunun gö­zünü doldurup kandırmaya çalışmaktadır.
2- İbn-i Hacer’in raviyi tanıtıcı mahiyette verdiği bil­giler, onun sadece aynını tanıttığı için, Elbani’nin yoru­munu -hem de şüphesiz!- anlamsız kılmakta falan de­ğildir. Elbani başka bir cehaletten bahsetmekte, Hoşafçı başka bir cehaleti gidermektedir.
3- Elbani’nin, İbn-i Hacer’in verdiği “biyografik bil­giyi” görmemiş olması gibi bir ihtimal ve görmezden gel­mesi gibi bir ihtiyaç yoktur.
Neticede bunlar sadece “biyografik bilgilerdir” ve ravinin “aynını” tanıtmaktadır.
Elbani’nin aradığı ve bulamadığı, bundan dolayı raviye mechul dediği bilgiler ise ravinin “halini” tanıtan “cerh ve ta’dil bilgileridir.
İbn-i Hacer, bu eserleri, hiç şüphesiz, sadece birinci tür bilgileri vermek için değil, esas itibarıyla ikinci tür bilgi­leri vermek için telif etmiştir.
Buna rağmen kaynaklara olan vukufiyetiyle bera­ber, hakkında bir tevsik bilmiyor olmalı ki, buna delalet edecek tek bir nakil yapmamakta, tek bir lafız kullanma­maktadır.

4- Bu detaylı bilgilerde” tevsike delalet edebi­lecek tek bir lafız ve nakil bulunmadığı için -Munziri ve Heysemi “onu tanımıyorum” demeselerdi bile- ravinin adalet ve zapt açısından “hali” ortaya çıkmış olmazdı.
Kaldı ki bir de ortada “ne kıymet ifade ettiği” malum bu sözleri bulunmaktadır.
s. 42-123-178 ve devamlarında diyor ki: “Hz. Ömer gibi, rivayet konusunda tesebbüt ve ihtiyat sahibi bir za­tın, resmî veya özel malî işlerde onu istihdam etmesi, ra­vi Malik ed-Dar’ın zapt ve adaletinin bir göstergesi sayıl­malıdır.
Hoşafçı, gerçekten hadis ilimleriyle alakalı bir şey biliyor mu, biliyorsa nereden öğrenmiş doğrusu çok me­rak ediyoruz!!

O, kendisinden önce hiçbir imamın bahsetmediği bu yaklaşımla, cerh ve ta’dilde yeni bir çığır açmaya te­şebbüs ettiğinin, 21. yüzyılda, cerh ve ta’dile yeni zabıt­lar ve kaideler koymaya cüret ettiğinin, bilmiyoruz farkın­da mıdır?
Aktarılan biyografik bilgilerin sahih olduğunu farze­dip diyelim ki Ömer radıyallahu anh’ın bu fiili, onun güvenilir bir kimse olduğuna delalet etsin.

Peki cerh ve ta’dil kitaplarının güvenilir, dindar, sa­lih, abid, zahid, hatta âlim olduğu ittifak konusu olan bir­çok kişinin zaptlarındaki problemler dolayısıyla cerhedi­lip zayıf sayıldığıyla dolu olduğundan Hoşafçı’nın habe­ri yok mudur?

Diyelim Ömer radıyallahu anh’ın bu fiili, onun güveni­lir bir kimse olduğuna delalet etti. Beytu’l-Mal’deki koyun­ların, develerin ve hurmaların hesabını tutabiliyor olması da rivayetteki zabtına mı delalet edecek?! La havle vela kuvvete illa billah!!

Ayrıca İbn-i Hacer de Ömer radıyallahu anh’ın bu fiilini adalet ve zaptın bir göstergesi olarak saymamış olacak ki bu sözleri kendi aktardığı halde ne başında ne ortasın­da ne de sonunda onun tevsikine delalet edecek bir hü­küm veya lafız zikretmektedir.

Yani, Malik ed-Dar’ın tevsikiyle ilgili hâlâ bir şey bil­miyoruz.

s. 42-123-178’de diyor ki: “Ebu Ya’la el-Halili el-Kazvini’de Malik ed-Dar’ın sika oluşunda ittifak edilen kadim bir tabii olduğunu ve tabiinin ondan övgüyle bah­settiklerini ifade etmektedir.
1- Hoşafçı, Ebu Ya’la el-Halili el-Kazvini’nin kim ol­duğunu ve bu sözü nerede söylediğini gerçekten biliyor mu bilmiyoruz ama, bu sözü aktardığı yer, onun nerede geçtiğini zikretmemiş olacak ki o da kitabında üç defa ay­nı kelimelerle tekrar ederek aktardığı halde, nerede geç­tiğini zikretmemektedir.

İçinde, bahse konu olan ravinin, “sika oluşunda it­tifak edilen” birisi olduğuna dair bir lafız bulunan bu söz, Hoşafçı’nın en sağlam malzemesi olması gerekirken, ak­tardığı kaynağa pek güvenememiş olacak ki, delil olma­yacak şeylerle bir kaşık suda fırtına koparmaya çalışır­ken, en sağlam delilmiş gibi görünen bu nakille alakalı zikrettiği üç yerde de susmayı tercih etmektedir.

2- Halili, iddia edilen bu sözü, İrşad’da söylemek­tedir. Onun sözü Hoşafçı’nın ilavesinden arınmış haliyle tam olarak şöyledir:
“Eski bir tabiîdir. Üzerinde ittifak edilmiştir. Tabiîler ona sena etmiştir. Çok rivayeti olan birisi değildir.”(31)
Yani Halili’nin ibaresinde “sika oluşunda ittifak edilen” diye bir ifade bulunmamaktadır. Hoşafçı’nın ak­tardığı “sika” lafzı, asla geçmemektedir.
Dolayısıyla ihtimaldir ki, üç defa zikretmiş olmasına rağmen bir kaynak vermeyen ve hakkında bir tek kelime etmeyen Hoşafçı, foyasının ortaya çıkacağından endi­şe etmektedir.

3- Tabiîlerin ona sena ettiğini ifade eden Halili, se­na edenlerin kimler olduğunu ve ne şekilde sena ettikleri­ni beyan etmemektedir. Bir kimsenin dindarlığına, takva­sına, zühdüne, hatta ilmine övgüde bulunmak, onu hadis rivayetinde tevsik etmek anlamına gelmemektedir. Aksi­ne, belirttiğimiz gibi dindarlıkları ve diğer ilimlerdeki üs­tünlükleri ittifak konusu olan nice zat, hadis rivayetinde zayıf kabul edilmişlerdir. Cerh ve ta’dil kitapları bunun ör­nekleriyle doludur. Örneğin İbn-i Adiyy’in Kamil’ine baka­cak olanlar, ilmine ve fıkhına nice övgüler zikredilen Ab­durrahman İbn-i Ebi Leyla’nın, zaptı ve kötü hafızası yü­zünden tenkidçi imamların hangi sözlerine maruz kala­rak zayıf addedildiğini göreceklerdir.(32)

4- Maruf bir cerh ve ta’dil lafzı olmayan “üzerinde ittifak edilmiştir” ibaresini öncekilerden ve sonrakiler­den, Halili’den başka kullanan bilinmemektedir.
Halili bu ibareyle ne kasdediyor olduğunu açıkla­madığı için bunu anlamanın yegane yolu, kitabındaki bu ve benzer ibareleri hangi münasebetlerde kullandığını tetebbu etmektir.

Üzerinde ittifak edilmiştir/Müttefekun aleyh” lafzı mutlak olarak kullanıldığında akla ilk gelen şey, Bu­hari ve Müslim’in ittifak ettiği rivayetler olsa da burada ve diğer birçok yerdeki kullanımından Halili’nin bunu kas­detmediği hemen göze çarpmaktadır.

Halili, sika oluşu üzerinde ittifak edildiğini kasdettiği yerlerde açıkça “sikadır ve üzerinde ittifak edilmiştir,”(33) “üzerinde ittifak edilmiş bir sikadır”(34) ya da “rivaye­tinde sikadır, üzerinde ittifak edilmiştir”(35) demektedir. İbn-i Hacer, bunu “yani adaletine” sözüyle açıklamakta, bundan kasdedilen şeyin Buhari ve Müslim’in tahric etme­si olarak anlaşılmayacağını ifade etmektedir.(36)

Öyleyse sika oluşu üzerinde ittifak edildiğini kas­dettiği yerlerde, zikrettiğimiz lafızlarla bunu açıkça ifade eden Halili, sadece “üzerinde ittifak edilmiştir” sözüyle aynı şeyi kasdetmiyor olmalıdır.

Halili, hakkında sika olduğunu söylemekle yetin­mek istemediği büyük imamlarla alakalı “sikadır, imam­dır, âlimdir, üzerinde ittifak edilmiştir;”(37) “üzerinde ittifak edilmiş bir imamdır;”(38) “âlimdir, üzerinde it­tifak edilmiştir;”(39) “ilimde imamdır, üzerinde ittifak edilmiştir”(40) veya “imamdır, üzerinde ittifak edilmiştir”(41) demektedir. “Tezkiye edilmiş bir sikadır, üzerinde itti­fak edilmiştir;”(42) “üzerinde ittifak edilmiş bir adalet sahibidir”(43) ya da “sikadır, ancak çok hatası vardır, üzerinde ittifak edilmemiştir”(44) ifadelerini de biraz da­ha hafif bir ta’dil lafzı olarak kullanmaktadır.
Halili, ilginç bir şekilde, zayıf olan raviler hakkında “eski bir şeyhtir, üzerine ittifak edilmedi”(45) veya “ka­vi değildir ve üzerine ittifak edilmiş birisi değildir”(46) demekte, hakkında kuvvetli cerh olan, zayıflığı şiddet­li raviler hakkında ise “onu zayıfladılar ve üzerinde it­tifak etmediler”(47) veya “üzerinde ittifak edilmiş birisi değildir”(48) demektedir.
Yani “üzerinde ittifak edilmiş birisi değildir” sö­züyle şiddetli zayıflığı ifade eden Halili’nin, “üzerinde it­tifak edilmiş birisidir” sözüyle tevsik kasdediyor olması çok uzak bir ihtimaldir.
Yani “üzerinde ittifak edilmiş birisidir” ibaresi, “sikalığı üzerinde ittifak edilmiş birisidir” anlamına geliyor dersek, “üzerinde ittifak edilmiş birisi değildir” ibaresine de “sikalığı üzerine ittifak edilmemiştir” veya “zayıflığı üzerinde ittifak edilmiş birisi değildir” anla­mına mı geliyor diyeceğiz? Hem de bununla şiddetli za­yıflığı ve münkerliği kasdettiği bir yerde!(49)
Doğrusu bu pek mümkün görünmemektedir.
5- Halili’nin celaleti bir kenara, Zehebi onun, “hafı­zasına güvendiği ve kaynaklara dönmediği için”(50) “bu kitabında pek çok evham yaptığını”(51) ve “yanlışları olduğunu,”(52) hatta “hocası olan Hakim’in bile ölüm tari­hinde şaşırdığını”(53) ifade etmektedir.
Halili’nin Malik ed-Dar hakkında önünde ve arka­sında bir cerh ve ta’dil lafzı zikretmeden “üzerinde itti­fak edilen birisidir” demesi, kitabında yok denecek ka­dar az, (bir veya iki defa) ender bir kullanım şeklidir.
Bu, söz konusu lafzın nüssahlar tarafından yanlış­lıkla yazılmış olma ihtimaliyle beraber, Halili’nin bahsedi­len evham ve yanlışlıklarından biri olabileceği fikrini gün­deme getirmektedir.
Aklımıza gelen ikinci bir ihtimal ise “âlimdir, üze­rinde ittifak edilmiştir” ve “imamdır, üzerinde ittifak edilmiştir” örneklerinden, yani “âlim olduğu üzerin­de ittifak edilmiştir” ve “imam olduğu üzerinde ittifak edilmiştir” anlamları çıkarabileceği gibi “eski bir tabiîdir ve üzerinde ittifak edilmiştir” sözünden de “tabiî oluşu üzerinde ittifak edilmiştir” anlamı çıkarılabilir.
Bu bilgiler ışığında üçüncü bir ihtimal olduğu da gö­zükmemektedir.
Ayrıca İbn-i Hacer de Halili’nin İrşad’ına muttali ol­duğu, Tehzib’de ondan çok kereler nakiller yaptığı, dola­yısıyla Malik ed-Dar hakkındaki bu sözden haberdar ol­duğu halde, bunu Malik ed-Dar’ın tevsik edilmesine ye­terli olarak görmemiş olacak ki aktardığı onca biyografik bilgi arasında bunları zikretme gereği bile duymamıştır.
6- Denilebir ki, İbn-i Hibban’ın, mechulleri tevsik et­medeki metodu -bahsi geçtiği üzere- malumdur.
İbn-i Hacer, bu metodun İbn-i Hibban’ın hocası olan İbn-i Huzeyme’nin mezhebi olduğunu söyleyerek(54) bu metodu ondan aldığına işaret etmektedir.
Aynı metod, hocası İbn-i Hibban’dan Hakim’e de sirayet etmiş, hatta Iraki’nin söylediği gibi bu tesahül, Hakim’de hocası İbn-i Hibban’dan daha aşırı bir hale gelmiştir.(55)
Hatırlanacağı üzere Halili de, tesahülü İbn-i Hibban’dan daha aşırı sayılan Hakim’in öğrencisidir.
Dolayısıyla İbn-i Huzeyme’den, öğrencisi İbn-i Hibban’a, ondan da öğrencisi Hakim’e şiddetlenerek in­tikal eden bu mezhebin, yani mechulleri tevsik etme me­todunun, ondan da öğrencisi Halili’ye intikal etmiş olması pek de uzak bir ihtimal değildir.
Yani Hoşafçı’nın, cebinden “sika” ilavesi yaparak aktardığı Halili’nin sözü, gerçekten Hoşafçı’nın aktardığı gibi bile olmuş olsa -ki öyle değildir- dâhili ve harici kari­neler ışığı altında bu tevsike de itibar edilmezdi.
Yolun sonunda Malik ed-Dar’ın adalet ve zabtla maruf bir ravi olduğunu, mechul olmadığını tesbit ettikleri için sevinen Hoşafçı’nın hevesi kursağında kalmıştır.
Zira Malik ed-Dar’ın “hali” ile alakalı hâlâ bir şey bil­miyoruz.
Beşincisi: s. 182’de diyor ki: “Bazıları İbn-i Hacer’in hadisi sahih kabul ettiğini inkâr etmişlerdir. Bu ölçüsüz­lüğü İbn-i Hacer’in Fethu’l-Bari’deki sözlerine rağmen yapmaları anlaşılır gibi değildir. İbn-i Hacer’in bu rivayeti İbn-i Ebi Şeybe sahih bir senetle yapmıştır sözlerini, son­rasında da aktardığı bu kıssayı acelecilikten mi görme­diler acaba?
Devamında “(İbn-i Hacer’in) bu rivayetin senedi sa­hihtir sözü
Devamında “İbn-i Hacer’in isnad sahihtir sözleri
s. 175’de “İbn-i Hacer, İbn-i Ebi Şeybe’nin rivayet et­tiği bu hadisin isnadının sahih olduğunu zikretmektedir.
s. 179’da “Rivayetin, İbn-i Hacer’in tesbitine göre sahih bir isnadla sübutu
s. 182’de “Hayır, İbn-i Hacer bu rivayeti sahih gör­memiştir diyenlerin yüzüne bu gerçeği haykırmaktadır.
Hoşafçı, Elbani’nin, Fethu’l-Bari’deki bu sözleri ak­tardığını, hatta rivayeti İbn-i Hacer’in siyakıyla serdettiği­ni(56) gördüğü halde, söyleyecek ciddi bir sözü olmadığı için “acelecilikten mi görmediler acaba”” diyerek ucuz polemik yapmaya çalışmaktadır.

Hoşafçı, senedin sıhhatiyle hadisin sıhhati arasın­daki farkı bilmediği için, İbn-i Hacer’in senedle ilgili söz­lerini, hadise verilmiş bir hükümmüş gibi anlamakta, oku­yucuya da böyle aktarmaktadır.
Üstelik İbn-i Hacer’in senedle ilgili ibaresini altı ayrı si­gayla zikretmesine rağmen bir tanesinde bile İbn-i Hacer’in kendi sözleriyle aktarmaya muvaffak olamamıştır.

Biz onun, bunu acelecilikten değil, ama okuyucuyu kendi kasıtlı anlayışına ikna etmek için yaptığını, bunu yaparken de İbn-i Hacer’in ibaresini makaslamayı mü­bah gördüğünü iyi biliyoruz!

Bunu da yapmak için -zayıf da olsa- bir delili vardır herhalde diye düşünüyoruz.

İbn-i Hacer’in ibaresi tam olarak -en başta da aktar­dığımız gibi- şöyledir: “İbn-i Ebi Şeybe, Ebu Salih es-Semman’ın rivayetinden, Malik ed-Dar’dan sahih bir isnad ile rivayet etti.”(57)
Biz İbn-i Hacer’in böyle bir ifade tarzını neden ter­cih ettiğini en başta zaten anlatmıştık.

Onun “hadisi sahih kabul ettiği,” Hoşafçı dışında ıstılahtan az çok anlayan hasmımız içinde, uzak da olsa bir ihtimal değildir diye düşünüyoruz.

Eğer İbn-i Hacer’in bu ibaresi, Hoşafçı’nın okuyu­cuya empoze etmeye çalıştığı gibi, ya “Bu rivayeti İbn-i Ebi Şeybe sahih bir senetle yapmıştır.” ya “Bu rivaye­tin senedi sahihtir.”ya “İsnadı sahihtir.” ya da “Sahih bir isnadla sabit olmuştur.” anlamlarına geliyorsa, siz de bize neden bu ifade şekillerinden birini değil de bizim aktardığımız ibareyi tercih ettiğini anlatın!

Aynı İbn-i Hacer’in “Said, Ma’mer ve diğerlerinin Katade’den aktardığı, Katade’nin ‘bize anlatıldı’ ve diğer bir lafızda ‘bize ulaştı’ dediği” -anlatan ve ulaştıranın kim olduğunu söylemediği-bir hadisi zikrettikten sonra, “Sene­di sahihtir.”(58) demesi de, Katade’nin şeyhinin cehaletiyle beraber, senedin tamamına verilmiş bir hüküm müdür? Yoksa Katade’ye kadar olan kısmına mı?

s. 183’de diyor ki: “Hadis ilminden nasibi olmayan­lar inkâr etseler de İbn-i Hacer’in isnad sahihtir sözleri, aynı zamanda metin sahihtir anlamına gelmektedir.

Eskiler, “Ya ilimle konuş, ya hilmle sus.” demişler.

Biz az önce “Hoşafçı, hadisin sıhhatiyle senedin sıhhati arasındaki farkı bilmediği için” derken meğer ona hüsnü zan ediyormuşuz.

Zira “bilmemek” basittir, öğrenmeyle giderilir.

Ancak “bilmediğini bilmemek ya da bildiğini zan­netmek” mürekkebdir, giderilmesi pek kolay olmaz.
Hoşafçı, bu sözleriyle bu konudaki çap ve müste­vasını, dost düşman herkesin ortasında -kendi tabiriyle- haykırmaktadır.

Değil sadece İbn-i Hacer’in, ilim ehlinden herhangi birinin “isnad sahihtir” sözlerinin, aynı zamanda “metin de sahihtir” anlamına geldiğini, Hoşafçı kimden almış, hele bir anlatsın bize!!

İmam addettiği Kevseri bile, bırakın İbn-i Hacer’i, Buhari ve Müslim’in bile isnadına ittifakla sahih diye hük­mettiği hadislerin, şuzuz ve illet ile metninin kabul edil­meyeceğini söylediği halde,(59) Hoşafçı bu mezhebi han­gi imamından almış doğrusu çok merak ettik.

Sahih hadisi tarif eden İbn-i Hacer, “Ravinin adale­tini, zaptını, senedin ittisalini ve şuzuz ve illetten uzak olmayı...” belirtirken, Hoşafçı’ya göre bütün bu şartlar is­nadla mı alakalıdır? Şuzuz ve illet, metne de taalluk et­mez mi?

Yoksa İbn-i Hacer, bu tanımı yaptıktan sonra başka bir yerde kendini bundan muaf tutarak, kendisi için sene­din sahih olmasının, şuzuz ve illete bakmaksızın, metnin de sahih olacağı anlamına geleceğini mi belirtmiştir?
Hadis ilminden, gerçekte kimin nasibi olmadığı, bu fenle alakalı çok değil, az bir genel kültür sahibi herkes için apaçık ortadadır.

Aynı sayfada ve devamında diyor ki: “Üstelik bun­lar, daha bu ilmin mübtedilerinin bile yapmaması gereken bir hata yapmaktadırlar. Nerede kaldı ki hadislerin sahih veya zayıf olduğunu tesbit edebilecek birinden böyle bir hata beklensin. Şöyle demektedirler: “Hadis’in senedin­de A’meş’in Ebu Salih es-Simân’dan (böylerivayet var­dır. A’meş’in müdelles rivayetler yaptığı ittifakla sabittir. Müdelles rivayet yapan kişi sika ve güvenilir de olsa ri­vayeti makbul değildir. Rivayetin makbul olabilmesi için açıkça kimden işittiğini söylemesi lazımdır.
Bu kaideyi aktaranlar maalesef bir hata yapmıştır… Hafız Zehebi (ö. 748-1374) “Mizan’ul-İhtidal” (böylead­lı eserinde bunu şu şekilde izah etmiştir: “…Eğer “ondan bana geldi” ifadesi onun çokça rivayet yaptığı İbrahim, İbn Ebi Vail (böyle), Ebu Salih es-Simân (böylegibi ho­calarından biriyse, burada tedlis olmadığına ve rivayetin muttasıl olduğuna hükmedilir.”

1- Hoşafçı’nın “bu ilmin mübtedilerinin bile yap­maması gereken bir hata” olarak vasfettiği ta’lili, “bu ilmin müntehileri bile” yapmakla beraber, Elbani, Tevessül’de böyle bir illetten zaten bahsetmemektedir.
2- Bu ilmin mübtedilerinin bile yapmaması ge­reken bir hata yapmaktadırlar.” diyerek hava atmaya çalışan Hoşafçı, -Allah’ın hikmeti ya!-iki satır sonra “bu il­min mübtedilerinin bile yapmayacağı bir hata” yapmakta, Ebu Salih es-Semman’ın lakabını yanlış okuya­rak “es-Simân” diye zabtetmektedir. Bir harf değişik, bir harf eksik, bir harfte şapkalanmış olarak arka sayfada da aynen tekrar edilen bu zaptın, matbaa hatası olma ihti­mali görünmemektedir.
Ebu Salih’in ismi Zekvan, lakabı da es-Semman’dır. ez-Zeyyat da denir. Yağ ticaretiyle uğraştığı için bu la­kablarla anılmaktadır.
3- Birkaç satır sonra, Zehebi’nin kitabının ismini “Mizan’ul-İhtidal” diye zapteden Hoşafçı, “bu ilmin müb­tedilerinin bile yapmayacağı bir hata” daha yapmak­tadır. Kitabın ismi (h) ile “Mizan’ul-İhtidal” değil (ayn) ile “Mizanu’l-İ’tidal”dir.
4- Birkaç satır sonra A’meş’in çokça rivayet yaptı­ğı şeyhler arasında İbn Ebi Vail’in zikri geçerken bu açık tahkik veya baskı hatasını farkedemeyen Hoşafçı, yi­ne hata yapmaktadır. Zira A’meş’in çokça rivayet yaptığı şeyh “Şakik b. Seleme Ebu Vail”dir; İbn Ebi Vail değil.
5- Bu ilmin müntehilerinin birçoğundan, A’meş’in Ebu Salih dahil adı geçen şeyhlerden an'aneyle yaptığı rivayetlerin açıkça veya ima ile ta’lil edildiği de çokça variddir.

Kerabisi, A’meş hakkında diyor ki: “Zeyd b. Vehb’den çokça tedlis yapmıştır. Ebu’d-Duha’dan, İbrahim b. Yezid’den, Ebu Salih’ten, Mücahid’den ve Şakik’ten, bunların hepsinden tedlis yapmıştır.”(60)
İbrahim b. Yezid, en-Nehai’dir. Ebu Salih, es-Semman’dır. Şakik ise Ebu Vail’dir.

A’meş’in Ebu Salih es-Semman’dan an'aneyle riva­yet ettiği bir hadis hakkında Süfyan es-Sevri, “A’meş, bu hadisi Ebu Salih’ten duymamıştır.”(61) derken İmam Ah­med şöyle demektedir: “Bu hadisin aslı yoktur. A’meş’ten rivayet edenlerden hiç kimse, onun ‘Ebu Salih bize anlat­tı.’ dediğini söylememiştir. A’meş, zayıflardan hadis akta­ran birisidir.”(62)

Hadisi, Ameş’in Ebu Salih’ten kesinlikle duymadı­ğını ifade eden Ali İbnu’l-Medini buna delil olarak baş­ka bir tarikte gelen “Ebu Salih’ten bana bildirildi.” ifadesi­ni göstermektedir.(63)

Aynı şekilde Beyhaki de şöyle söylemektedir: “Bu hadisi A’meş, kesinlikle Ebu Salih’ten duymamıştır. Bir adamın Ebu Salih’ten aktardığını duymuştur.”(64)

A’meş’in Ebu Salih’ten an'aneyle yaptığı bir rivayet­le alakalı olarak Hakim şöyle demektedir: “A’meş, bu ha­disi Ebu Salih’ten duymamıştır. Oysa ashabının çoğu on­dan bu şekilde munkatı olarak aktarmaktadır.” Aynı ha­disin A’meş’in Süheyl b. Ebi Salih’ten, onun da babasın­dan, yani Ebu Salih’ten rivayet edilen başka bir tarikini aktardıktan sonra “Bunun benzerleri ve örnekleri hadiste çoktur.” demektedir.(65)

A’meş’in Ebu Salih’ten an'aneyle yaptığı başka bir rivayetle alakalı olarak Tirmizi şöyle der: “A’meş burada tedlis yaptı denmiştir. Zira bazıları ondan ‘Ebu Salih’ten bana aktarıldı.’ diyerek rivayet ettiğini nakletmiştir.”
A’meş’in Ebu Salih’ten an'aneyle yaptığı başka bir rivayetle alakalı olarak Bezzar şöyle demektedir: “Bu ha­disin sözleri münkerdir. Herhalde A’meş bunu sika olma­yan birisinden alıp tedlis yaptı. Böylece senedin zahiri sahih gibi göründü. Benim indimde hadisin aslı yoktur.”(66)

A’meş’in Ebu Salih’ten an'aneyle yapmış olduğu başka bir rivayet hakkında İbn-i Hacer,“A’meş’in an'ane­si olmasaydı (yani tedlis ihtimali) sened, Buhari’nin şartı­na göre olurdu.” demektedir.(67)
A’meş’in Ebu Salih’ten an'aneyle yaptığı başka bir rivayetle alakalı “A’meş, tedlis ehli birisidir. Bunu sika olmayan kimselerden almış olabilir.” diyen Ebu’l-Fadl el-Herevi, bu sözünü, A’meş’in bazı ashabından, on­ların da Ebu Salih’ten aktardığı başka bir tarikle isbat etmektedir.(68)

Bunu aktaran İbn-i Receb, “Ebu Salih’ten bize ak­tarıldı.” ifadesi geçen başka bir tarik dolayısıyla, Ebu’l- Fadl el-Herevi ve Darakutni’nin itiraz ettiğini aktarıp şöyle demektedir: “Ameş’in, bu hadisi Ebu Salih’ten işit­mediği ortaya çıkmıştır. Yani A’meş, hadisi kimden aktar­dığını söylememiştir.”(69)

Buhari’nin şerhinde ise A’meş’in, Ebu Salih’ten işit­tiğini tasrih ettiği bir rivayetle alakalı olarak “Bununla (A’meş’in) (Ebu Salih’ten) tedlisinden emin olunmuştur.” demektedir.(70) Yani tasrih yoksa emniyet de yoktur.
A’meş’in Ebu Salih’ten an'aneyle yaptığı başka bir rivayetle alakalı olarak Busiri, “İsnadın Ebu Hureyre’ye kadar olan kısmıyla ilgili konuşulmuştur. Zira Süleyman b. Mehran el-A’meş tedlis yapar.” demektedir.(71)
Bu nakillerden sonra;

1- “Bu ilmin müntehilerinden” zikri geçenler, A’meş’in Ebu Salih’den an'aneyle yaptığı rivayetlerde tedliste bulunduğunu ifade etmekte, birçoğu bunu örnek­lerle isbat etmektedir.

2- Dolayısıyla Zehebi’nin sözünü ettiği şekilde bun­larda tedlis olmadığına hükmetmek, muttarid bir kaide değildir.

3- Yani A’meş’in Ebu Salih’ten an'aneyle yaptığı ri­vayeti, tedlisle ta’lil etmek “Bu ilmin mübtedilerinin bile yapmaması gereken bir hata” değil, “bu ilmin münte­hilerinin bile” çokça yaptığı bir iştir.

4- Ahmed b. Hanbel, Süfyan es-Sevri, Ali İbnu’l- Me­dini, Kerabisi, Tirmizi, Beyhaki, Darakutni, Ebu’l-Fadl el-Herevi, Hakim, Bezzar, İbn-i Receb, İbn-i Hacer ve Busi­ri gibi “bu ilmin müntehilerinin,” hatta imamlarının; açıkça veya işaretle ifade ettikleri bir ta’lile “bu ilmin mübtedile­rinin bile yapmaması gereken bir hata” diyen, meşhur ravilerin ve meşhur kitabların isimlerini bile doğru zapte­demediği halde hava atmaya çalışan Hoşafçı, bilemiyo­ruz bu ilmin neresindedir?

s. 184’de diyor ki: “Elbani diyor ki “hadisin sahih ol­duğunu kabul etsek bile peygamberin zatı ile değil, duası ile tevessül olur. Hz. Abbas’ta olduğu gibi...” Bu sözle El­bani, vefat etmiş olan peygamberimizin, mezardan bizim için Allah’a dua edeceğini kabul etmiş olur.”
Hoşafçı, Elbani’nin sözlerini gerçekten okuyup an­lıyor mu, yoksa onun namına okuduğunu söyleyip uydu­ran başka birisi mi var?

Elbani bunu nerede söylüyor?

Elbani’nin bununla alakalı söylediği söz şudur:
“Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in zatıyla teves­sül ile ondan dua taleb etmek arasındaki fark.
Dördüncü vecih: Bu eserde, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile tevessülle alakalı bir şey yoktur. Aksi­ne bunda olan, Allah’ın ümmetine yağmur vermesi için, O'ndan dua etmesini istemektir. Bu ise önceki hadislerin içermediği, apayrı bir meseledir.

Selef-i salih âlimlerinden hiç kimse bunun ca­iz olduğunu söylememiştir. Yani vefatından sonra Nebi aleyhisselam’dan dua istemeyi kasdediyorum.”(72)

Okuyucuya soralım: Hoşafçı’nın iddia ettiği sözüy­le değil de kitabından, kendi lafızlarıyla aktardığımız bu sözleriyle, sizce Elbani neyi kabul etmiş olur?

s. 186 ve devamında, Benim ölümüm de sizin için hayırlıdır. Çünkü amelleriniz bana (kabrimde) arzedi­lir. Hayır görürsem Allah’a hamdederim, şer görürsem Allah’tan sizin için af dilerim.” ile “Yaptığınız işler mezar­daki yakınlarınıza ve tanıdıklarına (böyle) gösterilir. İşle­riniz iyi ise sevinirler, iyi değilse ya Rabbi, iyi işler yapma­ları için kalplerine ilham eyle derler.” şeklindeki hadisle­ri aktarmakta “Bizi duyan şehitlerin bizim için Allah’a dua etmelerine engel olacak veya yasaklayan zayıf dahi olsa bir delil yoktur.” demektedir.

Yani onlar mezarda bizim için dua edebiliyorlarsa, onlardan bunu istemek de meşrudur demek istemektedir.
Ardından “bu delillere zayıf demeniz yeterli değil­dir” sözlerinden, zikrettiği hadislerin zayıf olduğunu,(73) Hoşafçı’nın da zaten bildiği sonucunu çıkarıp hadislerin senetleriyle alakalı konuşmayacağız.

Zayıf olan iki hadisten, Nebi aleyhisselam ile ölmüş olan yakınlarımızın, bize dua ediyor oldukları sonucu çı­karılmaktadır.

Zaten ölü olmayan şehitlerin de buna mani ve ya­saklayıcı bir delil olmaması ile bize dua edebilecekleri ifade edilmektedir.

Nebi aleyhisselam’ın, Aişe radıyallahu anha’ya “Eğer sen öldüğünde ben hâlâ hayattaysam, senin için is­tiğfar eder ve sana dua ederim.”(74) şeklinde söylediği sahih sözünü ve bu sözün delaletini, daha önce açıkla­mıştık, ama diyelim ki Hoşafçı’nın varsayımları doğru.

Peki bizim, uzaklardan bile olsa seslenerek onlar­dan dua isteyebileceğimizin meşru olduğu nereden çık­maktadır?
Yaşayan, karşımızda hazır olan ve istediğimiz şeye sahip olan bir kimseden bile her şeyi isteyebilmek, her ha­lükarda caiz değilken, dua edebiliyorlar diye, ölü olmaları­na, uzakta olmalarına rağmen onlara seslenip dua isteye­bileceğimizin caiz olduğu hangi delile dayanmaktadır?!

Zayıf da olsa yasaklayıcı bir delil olmadığına mı?!

Nebi aleyhisselam ve ölmüş olan salihlerden, dua edebiliyorlar diye bunu taleb etmek caiz ve meşru der­ken, ölmüş herhangi bir akrabamızdan da (örneğin köy­deki mezarda yatan dedemizden) seslenerek bizim için dua etmesini isteyebilir miyiz?

Meleklerin bizim için dua ve istiğfar ettikleri, Kur’an ve sahih sünnette sabittir.(75)
Bizim için istiğfar ediyorlar diye “Ey arşı taşıyan melekler, günahlarım için Allah’tan affolunmamı dile­yin.” diye seslenmek de meşru mudur?

Veya “Ey melekler, ben infak ettim, Allah’a dua edin de malıma yenisini eklesin.” ya da “Ey melekler, filanca cimrilik etti, Allah’a dua edin de malını telef etsin.” de diyebilir miyiz?

Nebi aleyhisselam, “Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi ilim talebeleri için istiğfar ederler. Denizdeki balık bile...”(76) buyurmaktadır.

İstiğfar ediyorlar diye ilim talebelerinin deniz kena­rına gidip “Ey balıklar, şu günahları işledim, benim için Allah’tan af dileyin;” “Ey kuşlar, benim için istiğ­far edin” ya da “Ey köstebek, Allah’a dua et de bana mağfiret etsin.” demeleri de meşru mudur?

Ölmediğini(77) sizin de kabul ettiğiniz Meryem oğlu İsa aleyhisselam, körleri iyi ediyor, ölüleri diriltiyordu.(78)
Buradan hareketle, âmâ birisi, “Ey İsa, gözümü iyileştir.” diye seslenebilir mi?

Veya sevdiği bir yakını ölen bir kimse, “Ey İsa, ölü­mü dirilt.” diye nida edebilir mi?

Bunları yapıyordu diye, İsa aleyhisselam’dan bunları taleb etmek meşru mudur?

Yoksa yine “Bunları da yapmamızı yasaklayan, zayıf da olsa bir deliliniz yok.” mu diyeceksiniz?!



----



Dipnotlar

(1) İbn-i Ebi Şeybe, Musannef, 7/482-483
(2) İbn-i Ebi Hatim, el-Cerhu ve’t-Tadil, 7/213
(3) Munziri, Terğib ve’t-Terhib, 2/41-42; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, 3/125
(4) İbn-i Hacer, İsabe, 3/484
(5) İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 2/495
(6) Elbani, Tevessül, 118; Salih Alu’ş Şeyh, Hazihi Mefahimuna, 62
(7) Bkn. Birinci Mukaddime
(8) Kevseri, Nüket, 90, (Ğumari, Beyanı Telbisi’l-Müfteri’den naklen, 213)
(9) Zehebi, Mizanu’l-İ’tidal, 2/236 no: 3465, İbn-i Hacer, Tehzib, 2/144
(10) İbn-i Hacer, Takrib, 428 no: 2736
(11) İbn-i Hacer, Tehzibu’t-Tehzib, 2/144
(12) İbn-i Hacer, Tehzibu’t-Tehzib, 2/144
(13) Ankebut, 13
(14) Kaf, 37
(15) Ankebut, 41
(16) İbn-i Hacer, Nuzhetu’n-Nazar, 44
(17) İbn-i Hacer, Nuzhetu’n-Nazar, 50, Takrib, 81
(18) Buhari, Tarihu’l-Kebir, 1/23
(19) a.g.e., 1/26
(20) a.g.e., 1/27
(21) a.g.e., 2/273
(22) a.g.e., 1/26
(23) a.g.e., 1/22
(24) İbn-i Hacer, Lisanu’l-Mizan, 1/209
(25) Kevseri, Nuket, 172 (Beyan-ı Telbisi’l-Müfteri’den naklen, s. 178)
(26) Kevseri, Nuket, 48 (Beyan-ı Telbisi’l-Müfteri’den naklen, s. 178)
(27) Kevseri, Makalat, 309
(28) Kevseri, Nuket, 48 (Beyan-ı Telbisi’l-Müfteri’den naklen, s. 178)
(29) Kevseri, Te’nibu’l-Hatib, 113- 91 (Beyan-ı Telbisi’l-Müfteri’den naklen, s. 183)
(30) Kevseri, Makalat, 309
(31) Ebu Ya’la el-Halili, el-İrşad fi ma’rifet-i ulemai’l-hadis, 1/313
(32) İbn-i Adiyy, Kamil fi duafai’r-Rical, 6/187
(33) Halili, İrşad, no: 290-295-298-312
(34) a.g.e., no: 891
(35) a.g.e., no: 163
(36) İbn-i Hacer, Tehzib, 2/294
(37) Halili, İrşad, no: 368
(38) a.g.e., no: 444
(39) a.g.e., no: 16
(40) a.g.e., no: 32
(41) a.g.e., no: 106
(42) a.g.e., no: 564
(43) a.g.e., no: 135
(44) a.g.e., no: 701
(45) a.g.e., no: 131
(46) a.g.e., no: 163
(47) a.g.e., no: 174
(48) a.g.e., no: 228, 82, 172
(49) a.g.e., no: 19 ve s. 228
(50) Zehebi, Siyer, 17/166
(51) Zehebi, Tezkiratu’l-Huffaz, 3/1124
(52) Zehebi, Siyer, 17/166
(53) Zehebi, Siyer, 17/166
(54) İbn-i Hacer, Lisanu’l-Mizan, 1209
(55) Suyûtî, Tedribu’r-Ravi, 1/107
(56) Elbani, Tevessül, 118
(57) İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 2/495
(58) İbn-i Allan, Futuhatu’r-Rabbaniyye, 4/37
(59) Kevseri, Nuket, 90 (Beyan-ı Telbisi’l-Müfteri’den naklen, 213) (Kevseri şuzuz ve illetten muhaddislerin kasdettiği doğru manayı değil, birincisini Ahmed Ğumari’nin de işaret ettiği gibi fıkıhta Hanefi mezhebine, itikadda ise Cehmiyye’ye muhalefet etmeyi kasdetmektedir.”
(60) Aladdin Muğlatay, İkmalu Tehzibi’l-Kemal, 6/92
(61) İbn-i Ebi Hatim, Takdimetu’l-Ma’rife, 82
(62) İbnu’l-Cevzi, İleti’l-Mütenahiye, 1/433 no: 633
(63) a.g.e. aynı yer.
(64) Beyhaki, Sünenu’l-Kubra, 1/430
(65) Hakim, Ma’rifetu Ulumi’l-Hadis, 35
(66) İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 8/317 (İbn-i Hacer, bu illetin geçerli olmayacağını bir başka tarikteki tasrihle isbat etmektedir. Bunun “mübtedilerin bile yapmayacağı bir hata” olmasıyla değil!)
(67) İbn-i Hacer, Fethu’l-Bari, 10/519
(68) İbn-i Receb, Camiu’l-Ulum-i ve’l-Hikem, 336 no: 36
(69) İbn-i Receb, Camiu’l-Ulum-i ve’l-Hikem, 336 no: 36
(70) İbn-i Receb, Fethu’l-Bari, 3/465-466
(71) Ahmed Şakir, Şerhu Müsned-i İmam Ahmed, 13/183 no: 7439 (Busiri’nin bu sözünüMısbahu’z-Zücace’nin mevcut baskılarında bulamadık. Bununla beraber Ahmed Şakir gibi, Sindi de haşiyesinde bu sözü Zevaid’den nakletmektedir (1/72). İbn-i Mace’nin tahkikinde, Muhammed Fuad Abdulbaki (1/36) ve Sıdkı Cemil Attar (43)’da bu sözü Busiri’ye nisbet etmektedir. Ahmed Şakir bu illeti, işitmenin tasrih edilmesiyle cevaplamaktadır. Bu ta’lilin “mübtedilerin bile yapmaması gereken bir hata” olmasıyla değil!
(72) Elbani, Tevessül, 121
(73) Elbani, Silsiletu’l-Ehadisu’d-Daife, no: 957, no: 2963
(74) Buhari, Sahih, 7217
(75) Ğafir, 7; Şura, 6; Buhari, 1442; Müslim, 2336
(76) Ebu Davud, 3641; Tirmizi, 2682; İbn-i Mace, 223
(77) Nisa, 157
(78) Al-i İmran, 49; Maide, 110

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İKİNDİ VE YATSI NAMAZININ SÜNNETİ HAKKINDA

ALİMİN - ALİ'NİN YÜZÜNE BAKMAK İBADETTİR RİVAYETLERİ HAKKINDA

İşlerinizi Şaşırdığınızda Kabir Ehlinden Yardım İsteyin Rivayeti