MENZİL TARİKATINA GİDİP TEVBE ALANLAR



“Nefislerine Zulmettikleri Zaman Sana Gelselerdi...” Şüphesi ve Cevabı

 “Eğer onlar nefislerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileseler, Rasûl de onlar için istiğfar etseydi, Allah’ı ziyadesiyle affedici, esir­geyici bulurlardı.”[1]

Birincisi: Ayet-i kerimeyi birkaç ayet öncesiyle be­raber gösterip (iz) edatını doğru tercüme ederek vermek, sanıyoruz konunun doğru anlaşılmasına yardımcı ola­caktır.

Hoşafçı, vehmettirmeye çalıştığı manaya daha mü­nasip olur düşüncesiyle, ayetin tercümesini “nefislerine zulmettikleri zaman sana gelseler” şeklinde geniş za­manda vermektedir.
Oysa o da (iz) edatının, (iza) gibi geniş veya ge­lecek zaman için değil, geçmiş zaman için kullanıldığını pekala bilmektedir.

Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’a ve Rasûl’e itaat edin. Siz­den olan yöneticilere de. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde, onu Allah’a ve Rasûl’e götürün. Bu sizin için daha hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.” (Nisa, 59)

“Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiğini iddia edenleri görmedin mi? Onu küfretmeyle em­rolundukları halde tağutun önünde muhakeme olmak is­tiyorlar. Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla saptırmak is­tiyor.” (Nisa, 60)

“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin.’ de­nilince, münafıkların senden büsbütün yüz çevirdiklerini görürsün.” (Nisa, 61)

“Ya kendi elleriyle işledikleri yüzünden başlarına bir musibet gelince halleri nice olur? Sonra bir de sana gele­rek ‘Biz iyilik ve ara bulmaktan başka bir şey istemedik.’ diye Allah adına yemin ederler.” (Nisa, 62)
“Onlar, Allah’ın kalplerinde olanı bildiği kimseler­dir. Artık onlardan yüz çevir. Onlara öğüt ver ve kendileri hakkında tesirli sözler söyle.” (Nisa, 63)

Biz her bir peygamberi, Allah’ın izniyle itaat edilsin diye gönderdik. Eğer onlar nefislerine zul­mettikleri zaman sana gelselerdi, Allah’a istiğfar etse­ler, Rasûl de onlar için bağışlanma isteseydi, Allah’ı tevbeleri kabul edici ve merhametli olarak bulurlar­dı.” (Nisa, 64)

Müfessirlerin şeyhi İbn-i Cerir et-Taberi, ayetin tef­sirini şöyle yapmaktadır;
“Allah celle celaluhu bununla şöyle demek istemekte­dir. Bu iki ayette vasıfları anlatılan, Allah’ın ve Rasûl’ün hükmüne çağrılınca büsbütün yüz çeviren münafıklar, “nefislerine zulmettikleri zaman,” yani tağuta muhake­me olmak isteyip, Allah’ın Kitabı ve Rasûl’ün sünnetine çağrıldıkları zaman yüz çevirerek o büyük günahı işledik­lerinde, “sana gelselerdi,”yani senin hükmüne değil de, vereceği hükümden razı olarak tağutun hükmüne baş­vurunca ey Muhammed, tevbekâr olarak sana gelseler­di, Allah’tan günahlarının cezasını bağışlayıp affetmesini isteselerdi, Rasûl de onlar adına aynı istekte bulunsay­dı, “Allah’ı tevbeleri kabul edici ve merhametli olarak bulurlardı.”[2]

Allame Sadi de şöyle demektedir:
“Bu şekilde Rasûl aleyhisselam’a gelmek, O'nun ha­yatta olmasına özel bir durumdur. Zira siyak buna dela­let etmektedir. Çünkü Rasûl aleyhisselam’ın istiğfar etmesi, sadece hayattayken yapabileceği bir şeydir. Vefatından sonra ise ondan hiçbir şey istenmez. Bilakis bu şirktir.”[3]

İkincisi: Sahabe, Nebi aleyhisselam hayattayken, tevbe etmeleri gerken bir şey yaptıklarında ona gelir, “Ya Rasûlullah, şöyle şöyle yaptım, benim için istiğfar et.” derlerdi. Onların âdeti olan bu uygulama, münafık­larla aralarındaki farklardan da biriydi. Münafıklara, “Ge­lin, Allah’ın Peygamberi sizin için mağfiret dilesin denil­diği zaman, başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.”[4]

Bahsi geçen ayette de açıkça görülmektedir ki, Allah azze ve celle, nefislerine zulmettikleri zaman, kendilerine is­tiğfar etmesi için Rasûl’e gelmeyenleri kınamaktadır.

Nebi aleyhisselam hayattayken âdet ve uygulamaları bu şekilde olan sahabeden hiçbir kimse, O vefat ettikten sonra kabrine giderek böyle bir istiğfar talebinde bulun­mamıştır. Sahabeden herhangi bir kimsenin bunu yap­tığını iddia etmek, alenen yalan söylemekten başka bir şey değildir. Böyle bir iddiayı hiç kimse isbat edemez.

O hayattayken, günah işledikleri zaman O'na gelip günahları için bağışlanma dilemesini taleb ederlerken, vefatından sonra tek bir kimsenin bile kabrine gidip böyle bir talepte bulunmaması, ancak ve ancak böyle bir şeyin meşru olmadığının onlar tarafından da iyi biliniyor olma­sıyla izah edilebilir.

Yoksa Nebi aleyhisselam aralarındayken; nefislerine zulmeden, günah işleyip bağışlanma dilemesi için O'na gelenler, O aralarından ayrıldıktan sonra nefislerine zul­metmez ve günah işlemez hale mi gelmişlerdir de, O'na gelip istiğfar taleb etmemeleri kınandığı, münafıklık ala­meti sayıldığı halde, aralarından tek bir kimse bile, bir de­fa dahi olsa böyle bir işe yeltenmemiştir?!

Öyleyse sahabeye göre de bu ayette söz konu­su edilen “Rasûl’e gelme,” sadece o hayattayken O'na gelme anlamındadır.

 Vefatından sonra tek bir ferdin bi­le kabre gidip istiğfar taleb etmemesi, ayette varmış gibi gösterilmeye çalışılan anlamın onların anlayışına uyma­dığını göstermektedir.

Daha önce zikri geçtiği gibi Kur’an ve sünneti, sa­habenin ve selefin anlamadığı bir manaya getirmeye ça­lışmak, aslında “Onlar bu gerçeği anlayamamışlardı, biz onlardan daha iyi anladık.” demektir. Bu ise batıl oluşu herkes tarafından zaruri olarak bilinen bir şeydir.

Üçüncüsü: Ayette söz konusu edilen “Rasûl’e gelme”nin, O hayattayken olduğunu ifade eden karineler­den biri de, yine ayette geçen “Rasûl de onlar için bağış­lanma dileseydi/istiğfar etseydi.” ifadesidir. Zira bir amel olan istiğfar etme eylemi, ancak hayatta olan bir kimse­nin yapabileceği bir şeydir.

Sahih sünnetten bilindiği üzere “Ademoğlu öldüğü zaman üç şey dışında ameli kesintiye uğrar.”[5]Başka­ları için istiğfar edebilmek bu üç şeyden birisi değildir.

Konuya delil olarak zikredilen “Amelleriniz bana arz edilir. Hayır görürsem Allah’a hamdederim, şer görürsem Allah’tan sizin için af dilerim.”[6] şeklindeki rivayet de sa­hih ve sabit olmadığı gibi sahih ve sabit olanlara muha­liftir.

Zira sahih sünnette gelen şu rivayet, konuya son noktayı koymaktadır. Buhari’nin, Sahih’inde aktardığı ri­vayette Nebi aleyhisselam, Aişe validemize hitaben “Eğer sen öldüğünde ben hâlâ hayattaysam, senin için istiğfar eder ve sana dua ederim.”[7] buyurmaktadır.

Eğer istiğfar ve dua edebilmesi, vefatından sonra da olabilecek bir şey olsaydı, “ben hâlâ hayattaysam” ifadesinin bir anlamı olmazdı.

Öyleyse kendisine gelindiğinde istiğfar edebilme­si, sadece “O hâlâ hayattayken” mümkün olabilecek bir şeydir, vefatından sonra değil.

Yani sahih sünnet, bu ayeti böyle tefsir, izah ve be­yan etmektedir.

Hâsılı, birkaç ayet öncesinde zikri geçen “onlara Allah’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin denildiğinde” ibare­si, Rasûl’ün kabrine gelmeyi ifade etmediği gibi “nefisle­rine zulmettikleri zaman sana gelselerdi” ibaresi de kab­rine gelmeyi ifade etmemektedir.

Dördüncüsü: Bir grup müfessir, ayette geçen “nefislerine zulmedenler”in, Allah’a istiğfar etmeyle yetinmeyip, kendilerine istiğ­far etmesi için Rasûl’e gelmelerinin neden gerektiğini, şöyle izah etmektedir:

Zemahşeri,[8] Ebu Hayyan,[9] Nisaburi,[10] Beydavi,[11] Savi,[12] Reşid Rıza([13] ve birçok müfessirin işaret ettiği bu tevcihi, Fahruddin er-Razi şöyle açıklamaktadır:

“Birisi şöyle diyebilir: Allah’a istiğfar edip doğru bir şekilde tevbe etseler tevbeleri kabul olunmaz mıydı? Öy­leyse Rasûl’ün de onlar için bağışlanma dilemesini, ken­di istiğfarlarına bitiştirmelerinin faydası nedir?

Deriz ki bunun cevabı birkaç vecihtir.
1- Onların bu şekilde tağutun önünde muhake­me olmak istemeleri, Allah’ın hükmüne muhalif olduğu gibi, Nebi aleyhisselam’a karşı da kötü bir tavır takınmak ve O'nun kalbini sıkıntı ve üzüntüye sokmak demektir. Günahı bu şekilde olan kişinin, başkası hakkında işle­diği suçtan ötürü, ondan da özür dilemesi gerekir. Nebi aleyhisselam’dan, kendileri için istiğfar etmesini taleb et­meleri de bundan dolayı vacib olmuştur.

2- Onların bu isyankârlığı, Rasûl’ün hükmünden ra­zı olmadıkları zaman ortaya çıkmıştır. Öyleyse bundan tevbe ettiklerinde, bu isyankârlığın ortadan kalkmış oldu­ğunu gösterecek bir şey yapmaları gerekmektedir ki bu da Rasûl’e gelerek O'ndan istiğfar taleb etmekten başka bir şekilde olmaz.”[14]

Celaleyn haşiyesinde Savi’nin de söylediği gibi “Rasûl’ün de onları affetmesi, onlar için mağfiret taleb et­mesi gerekmektedir. Zira onların günahına Allah’ın hakkı taalluk ettiği gibi, Rasûl’ün hakkı da taalluk etmiştir.”[15]

Beşincisi: Kur’an’ın sahih sünnetle tefsir, izah ve beyan edilmesinin bir örneği de şöyle olur:
Nebi aleyhisselam, “Kabrimi bayram/toplanma yeri haline getirmeyin.”[16] buyurarak, kabrini her münasebet­te dönüp dolaşılıp toplanılan bir yer haline getirmekten bizleri menetmiştir.

Eğer ayet-i kerime, günah iş­leyip nefislerine zulmedenlerin, vefatından sonra da kabrine gelmelerini ifa­de ediyor olsaydı, Efendimiz aleyhisselam’ın kabri, O'nun yasaklamasına rağmen, Allah emrediyor iddiasıyla, hem de günahkârların en büyük toplanma ve bayram yeri ha­line gelirdi.

Oysa Allah’ın emriyle Rasûl’ün yasaklaması ara­sında bir tezad olamaz. Rasûl’ün yasaklaması olsa olsa Allah’ın emrinin tefsiri ve beyanı olabilir.

Dolayısıyla ayette geçen “Rasûl’e gelme”nin sade­ce O hayattayken O'na gelmeyi ifade ettiğini, Rasûl’ün bu yasaklamasıyla da bilmekteyiz.

Altıncısı: Eğer ayette geçen “Rasûl’e gelme” iba­resi, vefatından sonra kabrine gelmeyi ve O'ndan istiğfar taleb etmeyi de ifade ediyor olsaydı, nefsine zulmedip günah işleyen herkesin kabre gelmesi, Kur’an’la sabit, yapılması teşvik edilmiş bir kurbet olmuş olurdu. Bundan geri kalan herkes de bu kurbeti terketmiş, ayetteki zem ve kınamadan nasiplenmiş ve münafıkların alametlerin­den birini işlemiş sayılırlardı.

Ayrıca istiğfar taleb etmek için kabre gelmek bir ke­reliğe mahsus bir kurbet olmaz, kınanmadan uzak olmak isteyen insanların, günahları kadar sayısız kereler kabre gelerek istiğfar istemeleri gerekirdi.

Sanıyoruz hevası ve inadı kalplerini körleştirmiş kimselerden başkası da bunları kabul edecek değildir.
“Zira gözler kör olmaz, ancak göğüslerdeki kalpler kör olur.”[17]

Yedincisi: Eğer bu ayet-i kerime, Nebi aleyhisselam’ın kabrine gelerek O’ndan istiğfar taleb etmeye delil oluyor­sa, şu ayet-i kerime de kabrine gelerek O'na beyat etme­ye delil olmalıdır.

“Ey Peygamber! Mümin kadınlar Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, ço­cuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek ve ma’rufta sana karşı gelmemek hususunda biat etmek için sana geldikleri zaman sen de onlarla biatleş ve onlar için Allah’tan mağfiret dile.”[18]
Hâlbuki o ayet ile kabre gelip istiğfar talep etmenin meşru olduğunu iddia edenler dahil, seleften, haleften, ehl-i sünnetten veya ehl-i bidattan hiç kimse, bu ayetle kabre gelip biat etmenin meşru olduğunu söylememiştir.
Merak ediyoruz, acaba Hoşafçı ve avanesi bunun da meşru olduğunu söylüyorlar mı? Eğer söylemiyorlar­sa ikisi arasındaki farkı bize gösterebilirler mi?

Ayrıca o ayet vefatından sonra Rasûl aleyhisselam’ın kabrine gelmeyi de kapsayacaksa şu ayet de bunu evla olarak kapsamaktadır: “Sana hücrelerin arkasından seslenenlerin çoğu akletmezler.”[19]

Kabrin önüne gelip aradaki onca duvarla beraber hücrelerin arkasında durarak “Ya Rasûlallah, duydum ki Allah şöyle şöyle buyurmaktadır. Ben de istiğfar etmeni istemek için sana geldim.” diyenler, hücreler arkasından O'na seslenenler kapsamına girmezler mi?

Bu yaptıkları, onların akletmeyen kimseler olduğu­nu göstermez mi?

Hoşafçı bize bunun o kapsama neden girmeyece­ğini izah edebilir mi?

Umumsa, işte size umum!

Gelme ise, işte size gelme!

Hücreler arkasından seslenme ise, işte size hücre­ler arkasından seslenme!

Sekizincisi: s. 188’de diyor ki: “Sahabeden birisi Nisa 64. ayeti okuyarak Peygamberimizin kabrinde Müs­lümanlar için dua etmesini istemiştir.

Gündüz gözüyle sahabeye pervasızca iftira etmeye çekinmeyen Hoşafçı’ya soralım: Bu sahabî kimdir?Bu olay hangi sahih kaynakta geçmektedir?Ve bu olayın is­nadı nerededir?

Okuyucuya gösterebilecek doğru dürüst bir kaynak ve isnad bulamadığından olacak, belki izi kalır düşün­cesiyle sahabeye çamur atmaya yeltenen Hoşafçı, kendi de pek ikna olmamış olacak ki bu sefer yalan da olsa bir kaynak veya isnad göstermeye bile cesaret edememiş.

Hoşafçı’nın çekinerek de olsa sözünü ettiği bu olay, bazılarının isnadsız olarak Utbi’den naklettiği, bazılarının Muhammed b. Harb el-Hilali’den isnadsız olarak, Ebu’l- Hasan ez-Zaferani’den ve bedeviden naklettiği bir hikayedir.

Beyhaki de bunu Şuabu’l-İman’da kapkaranlık bir isnadla zikretmektedir.Bazı yalancılar da bu hikâye için Ali radıyallahu anh’a bir isnad uydurmuşlardır.[20]

Ortada elle tutulacak doğru düzgün bir isnadı bile olmayan bu hikaye, yalan da olsa maruf bir sahabînin değil, çölden gelen mechul bir bedevinin tasarrufundan bahsetmektedir.

Hoşafçı’ya şunu da sormak istiyoruz:
Sahabeden hiç kimse bunu yapmadığı halde fiilini delil getirerek iktida edip uymaya çalıştığınız bedevilere diğer konularda da ittiba edilir mi?

Bâtıl olduğu halde hikaye’sini bile şer’i delil kabul ettiğiniz bedevilerin, Buhari’de, Müslim’de ve diğer Sü­nen kitaplarında sahih senetlerle aktarılan diğer fiil ve ta­sarruflarına da ittiba etmeye var mısınız?

Bunları da Allah’ın dininde delil diye ortaya atmaya hazır mısınız?

“Size ne oluyor? Nasıl böyle hükmediyorsunuz?”[21]


[1] Nisa,64 {Hoşafçı'nın tercümesi ile}

[2]  Taberi, 7/119

[3]  Sadi, Teysiru Kerimu’l-Mennan, 1/319

[4]  Münafıkun, 5

[5] Müslim, Sahih, 1631

[6] Elbani, Silsiletü’l-Ehadisu’d-Daife, 957

[7]Buhari, Sahih, 7217

[8] Zemahşeri, Keşşaf, 1/277

[9] Ebu Hayyan, Bahru’l-Muhit, 3/295

[10]Nisaburi, Garaibu’l-Kur’an, 2/439

[11] Beydavi, 3/297, Hafaci haşiyesiyle

[12]Savi, Haşiyetu’l-Celaleyn, 1/227

[13] Reşid Rıza, Tefsiru’l-Menar, 5/234

[14] Razi, Tefsiru’l-Kebir, 10/167

[15] Savi, Haşiyetu’l-Celaleyn, 1/227

[16] Ebu Davud, Sünen, 2042

[17] Hac, 46

[18] Mümtehine, 12

[19] Hucurat, 4

[20] İbnu Abdi’l Hadi, Sarimu’l-Munki, 212

[21] Saffat, 154

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İKİNDİ VE YATSI NAMAZININ SÜNNETİ HAKKINDA

ALİMİN - ALİ'NİN YÜZÜNE BAKMAK İBADETTİR RİVAYETLERİ HAKKINDA

İşlerinizi Şaşırdığınızda Kabir Ehlinden Yardım İsteyin Rivayeti