Utbi Kıssası - Zat ile Tevessül Şüphesi
Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in
kabrine gidip O'ndan istiğfâr dilemenin cevâzına dair ilişkin olarak şu âyeti
delîl göstermektedirler:
"Halbuki onlar kendilerine
zulmettiklerinde sana gelip Allâh'tan mağfiret dileselerdi ve Rasul de onlar
için (Allâh'tan) mağfiret dileseydi, her halde Allâh'ı affedici, esirgeyici
bulurlardı." (Nisâ, 4/64)1
Bu âyetle birlikte muhtemelen 'Utbî
(228/843) tarafından anlatılan bir bedevî kıssasını da aktarmaktadırlar. Bu
kıssaya göre bedevî Rasûlullâh'ın kabrine gelmiş, yukarıda zikredilen âyeti
okumuş ve söyle demistir:
"Ovada defnedilmişlerin en
hayırlısı!
Ovaları, tepeleri sardı kokusu,
Senin bulundugun kabre canlar fedâ!
İffet, cömertlik, kerem hep orada."
Kıssaya göre bu sözleri söyleyen bedevî,
rüyasında Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'i görmüş ve Allâh tarafından
mağfiret edildiği müjdesini almış!?2
Bu Şüphenin Cevâbı
Söz konusu âyetle ilgili olarak ileri
sürülen bu iddiânın bâtıl olduğu birkaç yönden açıklanabilir:
1- Arap Dil kurallarına göre إذا
"iza" edatı, geleceğe yönelik zarf görevi görürken ayetin metninde
geçen إذ "iz" edatı da geçmiş zamanla ilgili zarf anlamı
taşımaktadır. Lisânu-l 'Arab'da İbn Manzûr'un zikrettiği gibi diğer dilciler de
aynı kuralı dile getirmişlerdir.3 Buna göre âyet-î kerîme Rasûlullâh sallallâhu
aleyhi ve sellem döneminde meydana gelmiş belirli bir olayı anlatmaktadır.
Nitekim şu âyetlerde de buna benzer bir durum söz konusudur:
"Hatırla ki, kâfirler seni tutup
bağlamaları veya öldürmeleri yahut seni (yurdundan) çıkarmaları için sana tuzak
kuruyorlardi." (Enfal, 8/30)
"Onlardan bir grup da demişti ki:
'Ey Yesribliler (Medîneliler)! Artık sizin için durmanın sırası değil, haydi dönün!'"
(Ahzab, 33/13)
"İz" edatı ancak ترى
"terâ" fîîlinden sonra geldiğinde gelecek zaman için zarf olabilir.
Bu durumda da kıyâmetle ilgili konulardaki gibi geleceğe ait oldugu bilinen
hususlarla ilgili olur. Misal olarak Allâh-u Teâlâ bir âyet-î kerîmede şöyle
buyurmaktadir:
"Onların, ateşin karşısında
durdurulup, 'Ah keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin
âyetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak!' dediklerini bir
görsen!..." (En'âm, 6/27)
2- Ashâb-ı kirâm bu âyet-î kerîmeyi
Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem'in hayatta bulunduğu döneme ilişkin
olarak anlamışlardır. Bu nedenle de Rasûlullâh vefât edince hiçbirisi
kesinlikle kabrine gidip de: "Ey Allâhin Rasûlü! Şöyle şöyle yaptım, benim
için mağfiret dile!" dememiştir. Ashâbın böyle uygulamada bulunduklarını
nakleden kimse, sahâbe, tabîîn ve onlardan sonra gelenler hakkında açıkça yalan
söylemekte ve iftira etmektedir. Halbuki onlar mutlak anlamda en hayırlı
nesildirler. Allâh-u Teâlâ, yerine getirmeyip gevşeklik gösterenleri kınadığı
ve böyle bir tutumu nifak alâmetlerinden saydığı halde böyle bir görevi îfâ
etmekten nasıl uzak durabilirler?! Hadîs, fıkıh ve tefsîr ilimlerinde
derinleşmiş dînde öncü, insanlığı hidâyete sevkeden ve ümmet içinde belli bir
konuma sahip imamlar nasıl olurda böyle bir vecîbeden habersiz kalabilirler?!
Ve nasıl olur da insanları böyle bir vecîbeye çağırmaz, yönlendirmezler?! İlim
ehlinden hiçbiri kesinlikle böyle bir şey yapmış değildir. Bu tür bir tutum
sergileyenler, ilim ehlinden sayılmayan ve insanlarca önemsenmeyen
kimselerdir.4
Hayret dogrusu! Peygamber sallallâhu
aleyhi ve sellem hayatta iken, ümmet günah işleyerek kendine zulmediyor, sonra
istiğfarda bulunması için Rasûlullâh'a gelmeleri isteniyor ve bu dâvete
uymayanlar kınanıyordu da; Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem vefât ettikten
sonra ümmetin zulmü ortadan kalktı mı ki, onlardan hiç birisi istiğfarda
bulunması için (onların iddiâ ettiği gibi kabrine) Rasulullâh'a gitmeye ihtiyaç
duymadı. Bu da ortaya koymaktadır ki ileri sürülen görüşler geçersiz ve
bâtıldır.5
Bedevî kıssası olarak anlatılan kıssa
ise belirli bir isnâdı bulunmayan ve söyleyenlerinin kim oldukları tespit
edilemeyen çok sayıdaki uydurma hikâyelerden biridir. 'Utbî bu kıssayı isnâdsız
olarak zikretmektedir. Kimisi de bu kıssa için bâtıl ve muzlim bir isnâd
zikretmiştir. Ancak bu gibi rivâyetlerle şer'î bir hüküm kesinlikle sâbit
olamaz.
Buna benzer kıssa ve hikâyelere
kabirperestlerde bol miktarda rastlanmaktadır. Sübhanallâh! Kitâb, Sünnet ve
selefin uygulamalarının gösterdiği yol, aslı astarı bilinmeyen bir bedevî
kıssası uğruna bir yana atılıp hebâ mı edilecek?!
3- Peygamber sallallâhu aleyhi ve
sellem'in kabrine gelme hususunu ilgili âyet-î kerîmeyle delillendirmeleri
Ahmed, Ebu Dâvud ve el-Evsât'ta Taberânî tarafından rivâyet edilen
"Kabrimi bayram yerine çevirmeyin!"6 hadîsiyle çelismektedir. Şayet
kabre gitmek günahkarlar için meşrû kılınmış olsaydı, kabir günahkarların en
büyük bayram yeri haline gelirdi. Bu ise Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem'in dînine ve getirdiği öğretilere apaçık bir şekilde terstir.7
Bayram, insanların bir araya
toplandıkları zamân ya da mekân anlamındadır.
Müellif: Faysal b. Kazzâr el-Câsim
Eser: Tecrîdu-t Tevhîd min Dereni-ş
Şirki ve Şubehi-t Tendîd, S. 67-71
Dipnotlar:
1- Bu âyetin dogru tefsîri icin bk.
Taberî "Tefsîru-t Taberî" (4/160).
2- Bu kıssayı Beyhâkî "Şu'âbu-l
Imân" (thk. Zağlûl No: 4178, thk. en-Nedvî No: 3880); Ebû Harb
el-Hilâlî'den rivâyet etmekte olup İbn Kudâme el-Hanbelî "el-Muğnî"
(5/456-466); İbn Teymiyye "Mecmû'u-l Fetâvâ" (1/241); "Kâ'idetün
Celîletün fi-t Tevessüli ve-l Vesîle" (s. 149-150, No: 439); ve İbn Kesîr
ise "Tefsîru-l Kur'âni-l 'Azîm" (1/532) kıssayı Ebû Abdirrahmân
Muhammed b. 'Ubeydullâh b. Amr b. Muâviye el-'Utbî el-Ahbarî (228/843) kanalıyla
zikretmektedirler. Kıssanın Alimlerin de belirttikleri gibi aslı yoktur. Bk.
İbn Teymiyye "Mecmû'u-l Fetâvâ" (1/241); "Kâ'idetün Celîletün
fi-t Tevessüli ve-l Vesîle" (s. 149-150, No: 439); "İktidâu-s
Sırâti-l Mustakîm" (2/289); İbn 'Abdilhâdî "es-Sârimu-l Menkî fi-r
Reddi 'ale-s Subkî" (s. 352); 'Amr 'Abdülmun'im "Hedmu-l Menâr limen
Sahhaha Ehâdîse-t Tevessüli ve-z Ziyâra" (s. 48-55).
3- Bk. İbn Manzûr "Lisânu-l
'Arab" (3/476-477)
4- Bk. İbn 'Abdilhâdî "es-Sârimu-l
Menki fi-r Reddi 'ale-s Subki" (s. 426).
5- Bk. İbn 'Abdilhâdî "es-Sârimu-l
Menki fi-r Reddi 'ale-s Subki" (s. 427).
6- (SAHİH HADİS): Ahmed (2/367); Ebû
Dâvud (No: 2042); Taberânî "el-Mu'cemu-l Esvât" (No: 8030).
7- Bk. İbn 'Abdilhâdî "es-Sârimu-l Menki fi-r
Reddi 'ale-s Subki" (s. 428).
Ebu Bekir El Beyhaki (384-458 h/994-1066
m) "Şuabul İman" adlı eserinde Ebu Harb El Hilali kanalıyla bu
bedevinin kıssasını zikreder:
3880 - أَخْبَرَنَا أَبُو عَلِيٍّ
الرُّوذْبَارِيُّ، حَدَّثَنَا عَمْرُو بْنُ مُحَمَّدِ بْنِ عَمْرِو بْنِ
الْحُسَيْنِ بْنِ بَقِيَّةَ، إِمْلَاءً، حَدَّثَنَا شُكْرٌ الْهَرَوِيُّ،
حَدَّثَنَا يَزِيدٌ الرَّقَاشِيُّ، عَنْ مُحَمَّدِ بْنِ رَوْحِ بْنِ يَزِيدَ
الْبَصْرِيِّ، حَدَّثَنِي أَبُو حَرْبٍ الْهِلَالِيُّ، قَالَ: حَجَّ أَعْرَابِيٌّ
فَلَمَّا جَاءَ إِلَى بَابِ مَسْجِدِ رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ أَنَاخَ رَاحِلَتَهُ فَعَقْلَهَا ثُمَّ دَخَلَ الْمَسْجِدَ حَتَّى أَتَى
الْقَبْرَ وَوَقَفَ بِحِذَاءِ وَجْهِ رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ، فَقَالَ: " بِأَبِي أَنْتَ وَأُمِّي يَا رَسُولَ اللهِ جِئْتُكَ
مُثْقَلًا بالذُّنُوبِ وَالْخَطَايَا مُسْتَشْفِعًا بِكَ عَلَى رَبِّكَ لِأَنَّهُ
قَالَ فِي مُحْكَمِ كِتَابِهِ {وَلَوْ أَنَّهُمْ إِذْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ
جَاءُوكَ فَاسْتَغْفَرُوا اللهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللهَ
تَوَّابًا رَحِيمًا} ، وَقَدْ جِئْتُكَ بِأَبِي أَنْتَ وَأُمِّي مُثْقَلًا
بالذُّنُوبِ وَالْخَطَايَا أَسْتَشْفِعُ بِكَ عَلَى رَبِّكَ أَنْ يَغْفِرَ لِي
ذُنُوبِي وَأَنْ تَشْفَعَ فِيَّ ثُمَّ أَقْبَلَ فِي عَرْضِ النَّاسِ، وَهُوَ
يَقُولُ:
[البحر البسيط]
يَا خَيْرَ مَنْ دُفِنَتْ فِي التُّرْبِ
أَعْظُمُهُ ... فَطَابَ مِنْ طِيبِهِ الْأَبْقَاعُ، وَالْأَكَمُ
نَفْس الْفِدَاءُ بقَبْرٍ أَنْتَ
سَاكِنُهُ ... فِيهِ الْعَفَافُ وَفِيهِ الْجُودُ وَالْكَرَمُ
"Ebu Ali Er Ruzberi- Amr bin
Muhammed bin Amr bin El Huseyn bin Bekiyye -Şukr El Herevi - Yezid Rekkaşi -
Muhammed bin Revh bin Yezid El Basri kanalıyla Ebu Harb El Hilali şöyle
demiştir:
Bir bedevi haccetti daha sonra
Resulullah'in - sallallahu aleyhi ve sellem -mescidinin kapısına geldiği zaman
hayvanını çöktürüp bağladı. Sonra Mescide girdi, kabre yürüdü. Resulullah'ın -
sallallahu aleyhi ve sellem - Yüzü hizasında durdu ve dedi:
Babam anam sana feda olsun ya
Resulullah. Günah ve hatalarımla sana geldim. Senden Rabbin katında şefaat
etmeni istiyorum. Çünkü Yüce Allah kitabının açık ayetinde buyurur:
"...Eğer onlar nefislerine zülüm
ettikleri zaman, senin yanına gelip Allah'tan bağışlanma dileseydiler ve resul
da onlar için bağışlanma dileseydi. Allah'ı tövbeleri kabul eden, merhametli
olarak görürdüler." (En-Nisa: 4/64)
Babam anam sana feda olsun, sana günah
ve hatalarımla geldim. Senden Rabbin katında benim günahlarımı bağışlaması ve
hakkımdaki şefaatini kabul etmesi için şefaat etmeni istiyorum.
Sonra şöyle diye diye insanların arasına
karıştı:
Ey kemikleri bu ovada defnedilenlerin en
hayırlısı Onların güzel kokusundan ova ve tepeler hep güzelleşmiştir Senin
bulunduğun kabre benim canım feda olsun Orada iffet, cömertlik ve şeref
vardır." (Beyhaki, Şuabul İman: 6/60, no: 3880, Mektebetur Ruşd:
1423/2003)
Beyheki’nin lafzı bu şekildedir. İbn
Teymiyyenin öğrencisi İbn Abdilhadi, Es-Sarim’ul Munki adlı eserinde bu bedevi
hadisini naklettikten sonra hadisin delil niteliği taşımadığını şöyle izah
ediyor:
وفي الجملة: ليست هذه الحكاية المنكورة عن
الأعرابي مما يقوم به حجة وإسنادها مظلم مختلف ولفظها مختلف أيضاً،ولو كانت ثابتة
لم يكن فيها حجة على مطلوب المعترض، ولا يصلح الاحتجاج بمثل هذه الحكاية، ولا
الاعتماد على مثلها عند أهل العلم وبالله التوفيق.
“Özetle; bu bedeviden nakledilen kıssa
delil olma vasfı taşımaz. İsnadı karanlık ve çelişkilidir. Keza lafzı da
böyledir. Bu rivayet sabit olsa bile itirazcının maksadına delil olmaz. Bu tip
hikayelerle ihticac edilmez, delil getirilmez. İlim ehlinin nezdinde bu tip
şeylere itimad edilmez”(Es-Sarim’ul Munki fi’r Radd ale’s Subki, sf 253)
Hadisle alakalı söylenecek şeylerin özeti budur. İbn
Abdilhadi’nin işaret ettiği gibi bu hadis, birçok tarikten muhtelif lafızlardan
rivayet edilmiştir. Biz bu rivayetin muhtelif lafızlarını ve alimlerin yaptığı
değerlendirmeleri nakletmeye devam edeceğiz inşallah.
İbn Abdilhadi, sözkonusu hadisin
isnadıyla alakalı şöyle demektedir:
وهذه الحكاية التي ذكرها بعضهم يرويها عن
العتبي، بلا إسناد، وبعضهم يرويها عن محمد بن حرب الهلالي، وبعضهم يرويها عن محمد
بن حرب عن أبي الحسن الزعفراني، عن الأعرابي، وقد ذكرها البيهقي في كتاب شعب
الإيمان بإسناد مظلم عن محمد بن روح بن يزيد بن البصري
“Bazıları, zikretmiş oldukları bu
hikayeyi Utbi’den isnadsız olarak naklederler. [Mesela İbn Asakir,
Mu’cem’uş Şuyuh’ta bu rivayetin Utbi’ye kadar olan senedini zikrettikten sonra “
İbn Tavk el-Mevsili, Utbi’den şu an hatırlayamadığım bir senedle… ifadesini
kullanmaktadır. (age 1/600-601) müt. notu] Bazıları da Muhammed bin Harb
el-Hilali’den rivayet ederler. Bazısı da bunu Muhammed bin Harb kanalıyla Ebu’l
Hasen ez-Za’ferani’den o da sözkonusu bedevi’den nakleder. Beyheki bu rivayeti
Şuab’ul İman’da Muhammed bin Ravh bin Yezid bin el-Basri’den karanlık bir
isnadla nakleder.”((bkz. Es-Sarim’ul Munki fi’r Radd ale’s Subki, sf 251-253)
Beyheki’nin lafzını naklettikten sonra
şöyle diyor:
وقد وضع لها بعض الكذابين إسناداً إلى علي
بن أبي طالب رضي الله عنه كما سيأتي ذكره.
“İlerde zikri geleceği üzere bazı
yalancılar buna Ali bin Ebi Talib (rh.a)’a kadar ulaşan bir sened
uydurmuşlardır.”
(Misal olarak bkz. Ali el-Muttaki, Kenz’ul
Ummal no: 10422. Musannıf Ali (ra)’e nisbet edilen bu rivayeti herhangi bir
hadis kitabına atfetmemiştir. Yalnız seneddeki Heysem et-Tai’nin metruk
olduğunu zikretmiştir ki İbn Abdilhadi de es-Sarim’ul Munki sf 321’de buna
işaret etmiştir.)
Bunun Sufyan es-Sevri’ye ulaşan zinciri
de mevcuttur. Bunu Ziya el-Makdisi rivayet etmiştir. (Makdisi, el-Munteka min
Mevsuati Merv, 240)
Kimisi a’rabi’nin söylediği şiiri daha
uzun olarak ve farklı lafızlarla nakleder. Esasında bu rivayetin muhtelif
tariklerini inceleyen bir kişi gerek lafızlarda gerekse senedde yer alan bir
çok çelişkiyi fark eder. Kısacası bu rivayet, sened itibariyle subut bulmuş
değildir. Ancak bunu yukarda da zikredildiği gibi Beyheki, Ziya el-Makdisi, İbn
Asakir gibi tanınmış bazı muhaddisler rivayet etmiştir. Onların yanı sıra
Hanbeli fakihlerinden İbn’ul Cevzi, bu rivayeti Musir’ul Azm’is Sakin adlı
eserinde (no: 477) ve öğrencisi İbn’un Neccar da ed-Durrat’us Semine adlı
eserinde (sf 158-159) Muhammed bin Harb el-Hilali kanalıyla rivayet etmektedirler.
Bunlar sözkonusu rivayeti senediyle kaydeden meşhur bazı muhaddislerdir.
Hadisin isnadıyla alakalı bizim
ulaşabildiğimiz bilgiler bunlardır. Bu rivayetin senedinin zayıf olması, bu
rivayeti delil alarak Rasulullah’tan kabri başında şefaat talep etmeye cevaz
verenlerin elini zayıflatmaktadır. Ancak aynı zamanda bu rivayetin bazı
muhaddislerin eserlerinde reddedilmeden rivayet edilmiş olması, bu rivayetin
içeriğinin kişiyi İslam’dan çıkartan büyük şirk olduğunu iddia eden bazı muasır
cahillerin ne kadar boş bir iddiada bulunduklarını göstermektedir. İddia
ettikleri gibi Rasulullah’tan kabri başında şefaat talep etme ameli başlı
başına bir küfür ameli olsaydı böyle bir rivayet hiçbir şekilde ümmetin
kitaplarında yer almaz ve muhaddisler, burada nakletmek istemediğimiz “atın
teri hadisi”, “kabir ehlinden yardım isteyin” vb İslam itikadına zıt bir takım
uydurma hadisleri nasıl teşhir ettilerse bu rivayeti de öyle teşhir ederlerdi.
Bedevi hadisinin muhtevasının küfür ve şirk olduğunu iddia edenlerin, bu
kitapların zayıf bir senedle de olsa ümmetin kitaplarında nasıl yer alabildiği
sorusuna bu kıssayı rivayet edenleri ve bunları tekfir etmeyenleri yani
kısacası bütün ümmeti tekfir etmekten başka verebilecekleri bir cevapları
yoktur. Bu ise dalalette ileri gitmekten başka bir şey değildir. Vallahu
a’lem.
[Yeri gelmişken belirtelim ki bu
zikrettiğimiz şeyin “Allahın dininde insanların görüşlerine tabi olmakla”
vs ile bir alakası yoktur. Çünkü burada sözkonusu olan şey bütün ümmeti
dalaletle suçlamaktır. Bu bedevi’nin yaptığı amelin aynısına büyük şirk
diyenler bütün ümmeti bu şirk amelini yapanların küfründe şüpheye düşmekle
suçlamış olmaktadırlar.]
İsnad cihetinden zayıf olan bu rivayetin
sened itibariyle sahih olduğu bir an için farzedilse dahi usul açısından
incelendiğinde bu tür rivayetler, şeriat nezdinde delil olma özelliği taşımaz.
Bu hususta Şeyhulislam İbn Teymiyye (rh.a) şöyle demektedir:
ولهذا استحب طائفة من متأخري الفقهاء من
أصحاب الشافعي وأحمد، مثل ذلك، واحتجوا بهذه الحكاية التي لا يثبت بها حكم شرعي،
لا سيما في مثل هذا الأمر الذي لو كان مشروعا مندوبا؛ لكان الصحابة والتابعون أعلم
به وأعمل به من غيرهم، بل قضاء حاجة مثل هذا الأعرابي وأمثاله لها أسباب قد بسطت
في غير هذا الموضع
“Bu hikaye sebebiyle İmam-ı Şafiî'ye ve
Ahmed’e bağlı bazı son dönem fıkıh alimleri bu hikâyeye dayanarak böyle yapmayı
mubah saymışlardır. Oysa böyle bir hikâye ile şeriat kaynaklı hüküm isbat
edilemez. Özellikle böyle bir konuda. Eğer böyle yapmak şeriata uygun ve
özendirilecek bir şey olsaydı, sahabiler ile bağlılarının bunu herkesten daha
iyi bilip, daha titizlikle uygulamaları gerekirdi. Böyle olmadığına göre sözü
edilen bedevi ile diğer bazı kimselerin isteklerinin kabul edilmiş olmasının
daha başka sebepleri vardır ve daha önce bu sebeplerle ilgili ayrıntılı açıklamalar
yapmıştık." ( İbn Teymiyye, İktida’us Sirat’il Mustakim, 2/290)
Şeyh Abdullatif bin Abdirrahman ise şöyle demektedir:
ثم لو سلمنا ثبوت هذه الحكاية، فلا دليل
فيها على ما ذهب إليه هذا الأحمق من تجويز دعاء الأنبياء والصالحين، وطلب الحوائج
منهم، والأعراب لا يحتج بأفعالهم ويجعلها دليلًا شرعيا إلاَّ مصاب في عقله؛ مفلس
في فهمه وعلمه، وكذلك نقل العتبي ومن مضى من رجال سندها ليسوا بشيء.
وقد تقدَّم أنَّ أدلة الأحكام هي الكتاب
والسنَّة والْإِجماع، والقياس المعتبر فيه خلاف، وغير ذلك ليس من الأدلة في شيء،
ولم يأت عن أحد من الأئمة من عهد الصحابة إلى آخر القرون المفضلة في هذا الباب ما
يثبت، لا طلب الاستغفار ولا غيره.
“Şimdi velev ki bu hikayenin sabit
olduğunu kabul etsek, yine de onda bu ahmağın iddia ettiği gibi enbiya ve
salihlere dua etmeye ve onlardan hacetleri gidermeleri için talepte bulunmaya
cevaz verecek bir delil yoktur. Bedevilerin fiilleri ile delil getirilmez. Bunu
sadece aklında bir musibete uğramış ve fehmi iflas etmiş bir kişi şer’i bir
delil olarak kabul eder. Ve aynı şekilde Utbinin nakli ve onun senedindeki
rical, hiç bir şey değildir.
Daha önce geçtiği gibi ahkamın delilleri
kitab sünnet ve icmadır. Muteber kıyas hakkında ve ondan başkasında ise ihtilaf
vardır, delillerden hiçbirinde bu konuda bir şey yoktur ve ne alimlerden ne de
sahabe zamanından hayırlı asırların sonuna kadar bu konuda sabit bir şey
yoktur. Ne istiğfar taleb etme hakkında ne de ondan başkası hakkında.”
(Misbah’uz Zalam, 316)
Süleyman bin Sehman ise şöyle demiştir:
هذه الحكاية على تسليم صحتها ليس
فيها دليل شرعي يجب المصير إليه عند أهل العلم والإيمان, فقد ذكر العلماء الأدلة
الشرعية, وحصروها, وليس أحد منهم استدل على الأحكام برؤيا آحاد الأمة, لا سيما إذا
تجردت عما يعضدها من الكتاب والسنة والإجماع والقياس.
“Bu hikayenin sahih olduğu kabul edilse
bile bunda ilim ve iman ehli nezdinde uyulması gereken şer’i bir delil mevcut
değildir. Alimler, şer’i delilleri zikretmişler ve sınırlandırmışlardır.
Onlardan hiç birisi ümmetten birisinin gördüğü rüyadan ahkama dair delil
istinbat etmemiştir. Bilhassa kitap, sünnet, icma ve kıyastan tutunulması
gereken delillere istinad etmediği zaman durum böyledir.” (Es-Savaik’ul
Murselet’uş Şihabiyye, 253)
Kısacası bu hikaye gerek sened gerekse
metin açısından incelendiğinde şer’i bir delil olma özelliği taşımamaktadır.
Tevessül gibi konular ise ibadet kapsamında olup kıyasla ve istihsanla, güzel
bulmayla sabit olmazlar. Mutlaka kat’i delillere istinad etmesi gerekir. Şeyh
Süleyman bin Abdullah (rh.a) bu hususta şöyle demektedir:
فان العبادات مبناها التوقيف، ولاسيما إذا
نسب أمر إلى هديه وشرعه وسنته، والعقل لا مدخل لاستحسانه واستقباحه في الدين، وليس
كل من قضيت حاجته بسبب يقتضي أن يكون السبب مشروعاً مأموراً به، فقد كان رسول الله
صلى الله عليه وسلم يسأل في حياته المسألة فيعطيها لا يرد سائلاً، وتكون المسألة
محرمة في حق السائل، حتى قال صلى الله عليه وسلم: "إني لأعطي أحدهم العطية
فيخرج بها يتأبطها ناراً" قالوا: يا رسول الله فلم تعطهم قال: "يأبون
إلاَّ أن يسألوا ويأبى الله لي البخل"
“İbadetlerin dayanağı tevkiftir
(nasstır). Bilhassa da Rasulullah’ın yoluna, şeriatına ve sünnetine
dayandırıldığı zaman böyledir. Aklın bir şeyi güzel ya da çirkin bulmasının
dinde bir etkisi yoktur. Ayrıca bir sebebe sarılarak isteği yerine getirilen
herkesin sarıldığı bu sebebin meşru olması gerekmez. Zira Rasulullah
(sallallahu aleyhi ve sellem)’in sağlığında ondan ne istenirse onu verir ve
isteyeni geri çevirmezdi. Bazen istenen şey, isteyen için (hak etmediği) haram
bir şey de olabiliyordu. O kadar ki Allah Rasulu (sallallahu aleyhi ve sellem)
şöyle buyurmuştur: Sizden biriniz ihtiyacını bizden alıp gider, fakat
koltuğunun altına alıp götürdüğü, ateşten başka bir şey değildir,” buyurdu. Hz.
Ömer: “Vermesen, ya Resûlallah, niçin veriyorsunuz?” diye sordum. Resûl-i
Ekrem: “Onlar illâ da benden isteyecekler, Allah u Teâlâ kesin olarak benim
cimriliğimi yasaklamıştır, bunun için vermemezlik edemem” buyurdu.”
(Mecmeu'z-Zevâid ve Menbeu'l-Fevâid, 3/94 (Ahmed ve Ebû Yâlâ’nın
rivayetlerinden naklen)
Şeyh Süleyman’ın sözü burada sona erdi.
(Et-Tavdih an Tevhid’il Hallak, 244)
Şu halde selef döneminden sonraki bazı
fakihlerin bu kıssa gibi delil olma özelliği taşımayan haberlere dayanarak
Rasulullah’ın kabrini ziyaret eden kişilere sünnette sabit olan selam ve duadan
sonra Rasululllah’tan şefaat istemeyi tavsiye etmeleri doğru bir yaklaşım
değildir ve bu sonradan ihdas edilmiş bir bidat olmaktadır. Zira Allah
Rasulunun bunu emrettiği, ashabının da bunu yaptıkları sabit olmamıştır. Bu
rivayette bahsedilen şeyler ise sonraki dönemlerde kimliği meçhul bazı
kimselerin uygulamalarından ibarettir. Vallahu a’lem.
Yorumlar
Yorum Gönder